Bu Blogda Ara

29 Aralık 2008 Pazartesi

Ekonomik Kriz'e En İyimser Kimler Bakar?

Hemen cevap vererek başlayalım: Pazarlamacılar….

Malum son zamanlar tüm Dünya’nın bir numaralı gündemi küresel mali kriz. Ülkemizin en az beşer yıllık arayla yaşadığı bu durumla şu an tüm Dünya karşı karşıya. Bu nedenle de yankıları daha fazla, etkileri daha yoğun.

Her mecrada, her kesimde konuşulan, tartışılan; bu kriz ortamında neler yapılabileceği, neler yapıldığı, neden kaynaklandığı ve belki en önemlisi de nereye varacağı. İş dünyası da kuşkusuz bu tartışmaların en yoğun yaşandığı yer. Şirketler bu ekonomik daralma ortamında hemen tasarruf tedbirlerine başladılar ve gergin bir yönetim sürecine geçtiler. Bütçeler kısılıyor, istihdam eritiliyor, yatırımlar erteleniyor. Bu genel görünümün ardında iş dünyasında bir de iyimserler var: Tüm kriz ortamında en büyük bütçe kesintisine uğrayan birimlerin yöneticileri… Peki, neden pazarlamacılar iyimser? Her zamanki gibi bütçe kesintisinden yoksun kalmamak için yöneticilerine şirin mi görünmek istiyorlar? Yoksa bir bildikleri mi var?

Kesinlikle bir bildikleri var ve de doğru biliyorlar: Bugüne kadar kriz ortamında yapılan araştırmalar, kriz zamanlarında yapılan yatırımların ve devam eden reklam harcamalarının, ürün geliştirmelerin uzun vadede şirketi, markayı basamak atlattığını gösteriyor. Tüketim olgusu hemen her şeyde olduğu gibi psikolojik boyutuyla kendisini yaşatır. En zor durumlarda dahi ayakta kalmayı bilenler- en azında böyle olduğunu hissettirenler- tüketicilere güven verip, rakiplerine gövde gösterisi yaparken markasına da güç katar. Pazarlamacıların iyimserliklerinin temelinde yatan ana nedende budur. Elbette bunun yanın da kriz ortamlarında reklam, yatırım maliyetlerinin düştüğü gerçeği de var, krizden dolayı pazarda meydana gelen rakip azalması gerçeği de.

Kriz ortamlarında bu düşünce ışığında markalara düşen pazarlama yatırımlarına devam etmeleri. Elbette mali verileri göz ardı etmemeyi de belirtmeye gerek yok. Düşen satışlar, gelirler, talep ve fonlama sıkıntısı kriz ortamlarının acı gerçekleri. Kurumsal şirketlerimiz, akılcı markalarımız bu sıkıntılarla birlikte hangi boyutlarda fedakârlık yapılarak pazarlama yatırımlarına devam edileceğini ve bunun uzun vadeli getirilerini planlayabilecek emek gücüne ve tecrübeye sahipler. Bu konuda krize alışık ülkemiz çalışanlarının, batıya oranla çok daha sağlıklı öngörülerde bulunabileceğine inanıyorum. Ayrıca bu zamanlar da alternatif pazarlama anlayışlarına yönelmek de bir diğer gerçek ve gereklilik. Maliyetleri yine kısarak geleneksel pazarlama anlayışlarındansa günümüz alternatif pazarlama anlayışlarına yönelerek de etkili iletişime devam edilebilir: Örneğin ağızdan ağza pazarlama, e-pazarlama, gerilla pazarlama gibi…

Sonuç olarak her ne kadar kriz ortamında tedbirlerimizi alıp temkinli hareket etmemiz gerektiğini bilsek de iyimser kimliklerimizi hiçbir zaman bırakmamamız gerekir. Büyüklerimizin de dediği gibi: “İyi düşün, iyi olsun”. İşte pazarlamacılar da bunu yapıyorlar ve sadece körü körüne bir inançla da değil, bilerek, güvenerek; tecrübelerine, geçmişe, verilere dayanarak… Ayrıca, unutmayın: “şirketlere gelir yaratan; ne finans, ne insan kaynakları ne de muhasebedir; satış ve pazarlamadır!!!”

9 Aralık 2008 Salı

www.medyaalternatif.com

Sanal alemdeki haber sitelerine bir yenisi daha eklendi: MedyaAlternatif... Zehirliörümcek'in yöneticisi Onur Almışlar, klasik haber sitelerine alternatif olarak adı üstünde alternatif bir mecra ortaya koydu. Farklı haberler okumak, farklı bakış açıları görmek isteyenler medyaalternatif'i takip edebilirler...

Medyaalternatif içerisinde zaman zaman benim makalelerime de ulaşacaksınız. Medyaalternatif için hazırladığım "Ekonomik Krize En İyimser Kimler Bakar?" adlı ilk yazıma buradan ulaşabilirsiniz...

30 Kasım 2008 Pazar

Dikkat!!! Müşteri Geliyooorr...

Pazarın varolabilmesinin vazgeçilmez birincil üyesi şüphesiz müşteriler... ve müşteriler günümüzde her zamankinden daha güçlü. Kotler'in dediği gibi "Şirketler, yeni bir patronları olduğu gerçeğinin farkına varmalıdırlar - o patron, müşteridir."(A'dan Z'ye Pazarlama, s.95)

Müşterilerin değerini günümüzde gerçekten hemen hemen bütün markalar biliyor ve varlıklarını sürdürebilmek adına vermeleri gereken değeri (bazen fazlasıyla) veriyor. Ancak bazı uygulamalar var ki, bu saydığım gerçeklerle fazlasıyla çelişiyor. En azından bu uygulama beni fazlasıyla rahatsız ediyor.

Hepiniz mutlaka teknoloji mağazalarına, yapı marketlere, en azından hipermarketlere gitmişsinizdir. Buralara girerken eğer elinizde başka bir yerden alışveriş yaptığınız poşetler veya herhangi bir ağzı açık çanya varsa; güvenlik görevlisi gelir ve poşetinizin ağzını bantlar. Bazıları poşetlerinizi başka poşetlere koyar ve presleyerek ağzı kapalı şekilde size verir, bazıları daha da ileri giderek içindekilere bakıp bir yere not eder ve bu şartla mağazaya girmenize izin verir. Kuşkusuz bunlar mağaza içi güvenlik önlemleri ancak son derecede sinir bozucu. Bir mağazaya girerken potansiyel hırsız damgası giyerek girmek sinirimi bozmakla kalmıyor emin olun alışveriş zevkimi, ihtiyacımı da dizginliyor. Bu uygulamanın bana olan etkisi konusunda da yalnız olmadığıma eminim.

Olayı birde öbür taraftan irdeleyelim. Mağazaya müşteri görünümünde biri geliyor ve asıl amacı hırsızlık. Elinde bir poşet var ve siz güvenlik önlemleri gereği poşetinin ağzını bantlıyorsunuz. Emin olun, yaptığınız bu uygulama o kişinin ne çalma güdüsünü dizginler ne de işini zorlaştırır. Hatta aksine psikolojik boyutu nedeniyle hırsızı daha da hırslı kılabilir: amaca giden yolda karşımıza çıkan engeller, çabamızı ve odaklanmamızı kuvvetlendirir, olası başarılı sonuçta da bizi daha mutlu eder. Bu düşüncem iyi amaçlarda olduğu kadar kötü amaçlar içinde geçerli.

Peki marka/mağaza yöneticileri, karar vericileri bunun farkında değil mi? Gerçekten çok şaşırıyor ve merak ediyorum. Ellerinde bu uygulamanın olumlu sonuçlarını gösterir çalışmaları mı var? Bu kararı nasıl aldılar ve hangi göstergeler sonucu devam ettiriyorlar? Bunların cevabını birgün öğrenirsem çok mutlu olacağım.

Sınırsız müşteri memnuniyeti, kral müşteri, en değerli varlık müşteri, mutlu müşteri odaklılığı vs.. vs.. Ama o müşteri aynı zamanda potansiyel hırsız müşteri...

Güvenlik kameraları, alarm sistemleri, güvenlik personelleri bir mağaza güvenliği için oldukça yeterli bence. Bunlar yetmiyor ve mağaza güvenliğinizi halen sağlayamıyorsanız, bırakın ayda bir iki kayıp verin, yoksa bu ağırlaştırılmış!! güvenlik önlemi size çok daha fazla kaybettirecek...

"Şirketimizin en önemli ziyaretçisi müşteridir. O bize bağımlı değil, biz ona bağımlıyız. Şirketimizde bir yabancı değildir müşteri-işimizin bir parçasıdır. Biz ona hizmet etmekle ona bir iyilik yapmış olmuyoruz...bize, kendisine hizmet etme fırsatını tanıyarak, o bize iyilik yapıyor." L.L.Bean (A.B.D.'de sipariş firması) (A'dan Z'ye Pazarlama, s.96)

5 Kasım 2008 Çarşamba

Doğum Günü Pazarlaması...

Çağımızın en önemli pazarlama anlayışlarından biri kuşkusuz doğrudan pazarlama anlayışı. Müthiş bir rekabet ortamında ve hat safadaki alternatif bolluğunda tüketiciye yaklaşmanın, birebir hitap etmenin yolu doğrudan pazarlamadan geçiyor. Doğrudan pazarlama teknikleri içerisindeki yeni gözdelerden biri de "birthday marketing" yani doğum günü pazarlaması. Kuşkusuz CRM'in de bir uzantısı. Artık herbir alışverişimiz sonucunda kişisel bilgilerimizi markalara bahşediyoruz: cep telefonlarımızı, maillerimizi vs. Bunun sonucunda da kimi markalar bu bilgileri etkin kullanmasa da önemli bir çoğunluk bunu pazarlama planlarının içerisine alıp, etkin bir şekilde kullanıyorlar. (Tabii burada suyunu çıkaranları da etkin sıfatı içerisinden çıkarıyorum.)

Geçenlerde doğum günümde bana da SMS ve mail yoluyla birçok markadan doğum günü tebriği geldi. Ancak bunlar içerisinde bazıları çok daha anlamlı. Anlam elbette pazarlama açısından; kimi yalnızca kutlamakla kalırken kimileri fayda yaratma çabasında. Müşterimin doğum günümü kutlarken kendimi de unutmiyim düşüncesindeler ve bence de markaları adına doğru yapıyorlar. Günümüz rekabet ortamında her fırsatta fark yaratmak zorunluluk. Sınır ötesinde "birthday marketing" adı altında profesyonel çalışmalarda yapılıyor zaten. Bu konuda biraz daha bilgi sahibi olmak isteyenler Jeff Mosess'in kısa bir değerlendirmesini buraya tıklayarak okuyabilirler.

Fayda yaratarak doğum günü kutlayan marka mesajlarından ve diğerlerinden bazılarını buradaki resimlere tıklayarak görebilirsiniz.

Kendinizi daha bir özel hissettiğiniz ve daha duygusal ve duyarlı olduğunuz doğum günlerinizde direk size hitap eden kutlama içerikli kampanyalar, kısa vadede her zaman satışa yönelik harekete geçirici olmasada zihinlerde olumlu marka algısı yaratarak uzun vadede markaya önemli katkılar katacağı kesin.

18 Ekim 2008 Cumartesi

Pizza Hut mı Pasta Hut mı?

Tüm Dünyada olduğu kadar ülkemizde de çok büyük sadık müşterisi olan Pizza Hut radikal bir karar alarak ana ürünü pizzasının yerini makarnaya bıraktı ve yıllardır Pizza Hut olarak bildiğimiz koca dev artık Pasta Hut oldu. Yani pizza kulübesi artık makarna kulubesi...

Haberin yer aldığı hürriyet.com'da bu değişimin nedeni şöyle açıklanmış: "Dünyaca ünlü Amerikan restoran zinciri Pizza Hut, sağlıklı beslenmeyi teşvik için radikal bir değişime gidiyor."

Bu radikal değişimin uzun vadeli yatırım maliyeti tam 100 milyon paund. Kuşkusuz pizza sevenler bu değişime oldukça üzüldü. Özellikle de pizza hut'ın pizzacıları. Ama değişim nedeni oldukça duyarlı!! Sağlıklı beslenmeyi teşvik...

Peki gerçekten bu değişimin yegane nedeni bu mu? Yoksa bu değişim lansmanı tüketicinin kalbine dokunmak mı? Elbette ikincisi. Eğitimim sırasında ve gerçek hayatta görüp öğrendiğim en önemli şeylerin başında işletmelerin birincil amacı nedir sorusunun cevabının kar olduğu doğrusu gelir. Pizza Hut'ın bu değişiminin altında da kuşkusuz bu yatıyor. Ne denli büyük ölçekli bir marka olursa olsun sağlıklı yaşamı teşvik için 100 milyon paundluk bir maliyetin altına girmez. Bu düşüncemin kanıtı da zaten ilgili haberin alt satırlarında gizli:

"Pizza Hut Pazarlama Direktörü Claudia Nicholls-Magielsen de yapılan araştırmaların dışarda yemek yiyen insanların daha fazla çeşit aradığını ve İngiliz toplumunun makarnayı pizzadan daha çok yediğini belirtti."

Makarna pizzaya göre daha fazla tercih edilir hale geldiyse Pizza Hut elbette Pasta Hut olur. Ama bu değişim İngiltere dışındaki ülkelerdeki tüketim alışkanlıklarına göre nasıl etkilenir onu göreceğiz. Ayrıca alanında oldukça uzmanlaşmış ve kendini kabul ettirmiş bir markanın tüketici tercihlerinin değişimine rağmen kategorisini değiştirmesi ne kadar başarılı olur onu da oldukça merak ediyorum. Pizza Hut'lar aynen kalıp farklı bir marka ile de makarnada zirveye çıkmaya çalışmak acaba daha mı başarılı sonuçlar getirirdi?
Bu değişimin kar odaklı olduğunu düşündüğümü yineleyip, iyimser lansmanlarını da göz ardı etmemek adına bu pazarlama kararlarını amaca yönelik pazarlama, sosyal pazarlama yönelimli de ifade edebileceğimizi söyleyebiliriz.

21 Eylül 2008 Pazar

Interbrand'da En Değerli Markaları Açıkladı: Zirve; Coca-Cola!!!


Global markaları değerlerine göre sınıflandıran en önemli kuruluşlardan İnterbrand'da bu yıla ait en değerli global markalar listesini açıkladı. Yine çarpıcı sonuçlar var:

  • Milward Brown listesinde yıllardır zirvede yer alan Google, Interbranda da ilk 10'a girmeyi sonunda başardı.
  • Interbrand'ın gedikli birincisi Coca-Cola yine birinciliği bırakmadı.
  • Microsoft bu sene ikinci sıradaki yerini IBM'e kaptırdı.
  • Önemli düşüşler ise tahmin edileceği üzere finans markalarından. ABD temelli uluslararası finans piyasalarındaki kriz finans devlerinin marka değerlerini de vurmuşa benziyor. Merrill Lynch, Morgan Stanley, Citibank markalarında dramatik düşüşler var.
Ayrıntılı değerlendirmeleri interbrand resmi sitesinden alabilirsiniz. Burada biz son olarak ilk 20'yi sıralayalım:
  1. Coca-Cola
  2. IBM
  3. Microsoft
  4. General Elektric
  5. Nokia
  6. Toyota
  7. Intel
  8. Mc'Donalds
  9. Disney
  10. Google
  11. Mercedes
  12. HP
  13. BMW
  14. Gillette
  15. American Express
  16. Louis Vuitton
  17. Cisco
  18. Marlboro
  19. Citi
  20. Honda

23 Ağustos 2008 Cumartesi

Bir Teşekkür...

IP dergisinin ikinci sayısıydı. Sayın Yiğit Kulabaş köşesinde "Aynaya Bak Zamanı Geldi" adlı yazısında günümüzdeki müşteri ilişkilerinden bahsetmişti. (Hatırlarsanız bu yazıyı bende sizlere mobil mecrada tüketiciye dokunuş adlı yazımda tavsiye etmiştim.) Bu yazıyı okuduğumda da Sayın Kulabaş ile bir mail trafiğimiz olmuş ve bluetooth pazarlamadan bahsetmiştik. Burdaki yazışmalarımızın bir bölümünü Sayın Kulabaş IP'nin yeni sayısında "Günaydın Bay Yakamoto" adlı yazısında okurlarıyla paylaşmış ve büyük bir incelik yaparak da adıma teşekkür etmiş.

Ben de bu inceliği ve her zamanki iyi niyeti, anlayışı için kendisine naçizane bloğumda teşekkürlerimi iletiyorum.

22 Ağustos 2008 Cuma

Reklamın Kötüsü de Olur...

Ger geçen gün artan rekabet; piyasaları, pazarları daha da geliştiriyor. Şirketlerin bu rekabet ve gelişim içerisindeki yansımalardan biri de kuşkusuz reklamlar. Artık ulusal ve uluslararası firmaların yanı sıra yerel firmalarda günümüz reklam bombardımanı içerisinde aktif olarak yer alıyorlar.

Sayısız reklam içerisinde farkındalık yaratabilmek, reklamı tüketiciyle buluşturabilmek için yaratıcı ve farklı reklamlar gerekiyor. Reklam çalışmalarında bu farklılık bağlamında yapılan uygulamalardan biri de farklı olayları ilginç çağrışımlarla aktararak gerçekleştirmek. Bunlar bir nevi edebiyattaki mecazi mürselin reklama uygulanması şeklinde oluyor. Zaman zaman bu reklamlar ilginç, dikkat çekici, eğlenceli sonuçlar doğursa da bazen amacından sapabiliyor. Kaş yapiyim derken göz çıkabiliyor. Bu noktada yukarda sayılanların (yaratıcı olmak, farklı olmak, tüketiciyle buluşturmak) sonuna en önemlisini eklemek gerekiyor: reklamın markaya olan katkısı ve (satış anlamında)harekete geçirici gücü.

Bahsettiğim bu reklamlardan birine Balıkesir'de bir outdoor çalışmasında rastladım. Hastanelerinde taş kırma ünitesini devreye sokan Özel Altı Eylül Hastanesi bunu halka duyuruyor ve ihtiyacı olanları çağırıyor. Reklama üsteki resme tıklayarak büyük boyutta bir bakın!!! Böbreklerimde taş olsa bu reklamı gördükten sonra taşlarımla bir ömür yaşamayı tercih edebilirim. Böbrek taşı kırma ünitesini beton kırma çalışmalarıyla ifade etmek ve üstüne slogan olarak da çevreye verdiğimiz rahatsızlıktan dolayı özür dileriz demek!!!

Küçüğü büyüğü, yereli uluslararasısı, reklamsız faaliyet olmayacağı kesin ama reklamın iyisi kötüsü olmaz düşüncesinden sıyrılıp iyiyi aramak sanırım hepsinin görevi.

18 Ağustos 2008 Pazartesi

Doğan Görünümlü Şahin'in Gücü!!!

Tüketici Davranışlarında, genel tüketici özellikleri yanı sıra çeşitli toplulukların, kültürlerin, ulusların vb. ayrıştırılmış grupların davranışları da incelenir. Markalar hedef kitlelerinin özelliklerini göz önüne alarak stratejiler geliştirir. Yeni bir ürün piyasaya çıkacaksa kime hitap edeceği belirlenmeye çalışılır ve bazen doğru hedef kitle başta belirlenen kitle olur bazen de farklı yönlere saparak piyasa hedef kitleyi kendisi değiştirir.

Zaman zaman benimde incelemek istediğim birçok tüketici profili oluyor. Ama bunlardan bir grup varki yeterli imkanım olsa şu anda bu araştırmaya kapsamlı bir şekilde başlarım. Bu grup Tofaş'ın başta Şahin ve Doğan olmak üzere kuş serisi tabir edilen otomobillerinin bağımlıları.

Yıllardan beri bu otomobillere sahip insanların arabalarına bağlılıkları ve hemen hepsinde ortak olan davranış biçimleri ilgimi çekiyor. Yıllar geçtikçe de bu kişilerin sayısı hızla artıyor. Artık hergün mutlaka en az bir iki tane modifiyeli Şahin'i veya Doğan'ı ile çılgınca gezen ve halinden maksimum haz duyduğu belli olan "kuşcu"lar görüyorum. Bu "kuşcular" tabir ettiğim otomobil tüketicisi grubunun genel özelliklerini kısaca özetleyelim:
  • Çok büyük bir çoğunluğu 18-28 yaş aralığı gibi genç bir kesimden oluşuyor.
  • Şahin ve Doğan marka arabalar bu seride başı çekiyor.
  • Arabalar en hat seviyede modifiyeli. Araç altından yere yansıtılan mavi ışık en göze batanı.
  • Araca tek başına binmek pek kabul görmüyor. Mahallenin gençleriyle birlikte daha kendinden eminiz.
  • Aracın ses sitemi en önemli parçalardan biri. Keza son ses müzik açılmadan seyahat halinde olunamıyor.
  • Gidilecek belli bir hedef nokta yok. Evden çıkılır, şehrin "piyasa" tabir edilen işlek yerlerinde sayısız tur atılır ve tekrar eve dönülür.
  • Sanayi uğrak yerlerdendir ancak amaç bakım veya tamir değil modifiyedir.
  • Ana faaliyet dönemi yaz aylarıdır.
Bu liste çoğaştılabilir ancak benim saptadığım genel özellikler bunlar. Merak ettiklerim ise; böyle bir yaşam tarzı nasıl bir haz sağlıyor?(Görünüşlerinden büyük haz duydukları kesin) Aracın bu denli modifiye edilişi ve sesli müzikle aynı yerde defalarca turlamanın ana amacı ne ve bu amaca ulaşılabiliyor mu? Araba kullanıcısı profili olarak bu özelliklere sahip bir kişinin diğer tüketici davranışları nasıl?

Gerçekten tüketici davranışları içerisinde davranış nedenleri, yönelimleri, kişilikleri, hayat tazrlarını en çok merak ettiğim grup bu. Vosvos bağımlılığı derecesine gelmek üzere olan kuşcular eminin yeterli ekonomik güçleri olsa vosvos dernekleri ve faaliyetleri gibi faaliyetlerde de bulunurlar. Bu "kuşcular"ın durumunu yalnızca ekonomik gerekçelere de bağlayamayız. Şahin veya Doğan fiyatları birçok orta sınıf araçlarının fiyatlarına yakın hatta bazılarının üstünde. Üstelik birde buna modifiye maliyetlerini eklediğinizde ekonomik gerekçeler önemini yitiriyor.

Bence özellikle otomobil üreticileri bu grubun davranışlarını ciddi bir biçimde incelemeli. Sonuçlar paralelinde bu grup için yeni bir araç üretimi bile yapılabilir. Doğru hazırlanmış ve uygulanmış bir pazarlama planı ile de ciddi satış rakamlarına ulaşılabir.

"Doğan görünümlü şahin" kültürüyle başlayan bu çılgınlığın nereye kadar kendini geliştireceğini cidden merak ediyorum...

13 Ağustos 2008 Çarşamba

Prestijli Marka Turkcell ve Recep İvedik

Markalar'ın da sesleri, yüzleri olur. Elbette biz insanlarınki gibi kesin sınırlarla çizili değillerdir. Zaman içerisinde büyük değişiklikler gösterir. Türkiye'nin sadece operatörler arasında değil genel markalar klasmanında da en başlarda yer alan markası Turkcell'de kendisini çeşitli yüzlerle tanımlıyor. Raga Oktay, Celocanlar, Sarp Apak bunlardan en öne çıkanları. Hazır Kart markasında da Nil Karaibrahimgil'in büyük ağırlığı vardı. Yanına Tarkan'ı da alarak yüzünü genişletmişti. Yakın zamanda da Kenan Doğulu Hazır Kart ağırlıklı olmak üzere Turkcell'in yüzleri arasına girmişti. Şu günlerde de Turkcell Recep İvedik yüzü ile karşımıza çıkıyor ama en tartışmalısı bu oldu sanırım.

Bu günlerde en çok tartışılan konulardan biri Recep İvedik'in Turkcell'in marka değerine zarar verip vermediği. Her karakterin beğeneni ve beğenmeyeni olur, Recep İvedik'te de aynı durum söz konusu ancak burda kutuplar daha keskin ve tepkiler daha net. Seveni çok severken, sevmeyeni hiç sevmiyor. İzlenme oranlarına bakıldığında sevenleri ağır basıyor gibi gözükse de çeşitli mecralardaki yorumlar göz önüne alındığında sevmeyenleri öne çıkıyor. Recep İvedik'li reklamlar nedeniyle Turkcell'e geçeceğim diyen duymamamla beraber, bu reklamlar nedeniyle hattımı değiştireceğim diyenler hiç de az değil. İtü sözlükten Recebin tavuğu ile ilgili birkaç yorumu aktariyim:

turkcell'i kullanmayı bırakmama neden olacak reklamdır.
(bkz: ben ayı değilim)

recep ivedik karekterinden nefret etmeye yönelik bir neden daha


recep ivedik karakterini seversiniz ya da sevmezsiniz (biri de benim) ama büyük bir gişe yakalayarak bir çok insanın sevdiği ve güldüğü bir tipleme olmuştur. ancak toplumun benimsediği bir karakterin ticari bir metaya dönüşmesi oldukça büyük bir risk olup, büyük oranda ters teper. recep ivedik iki filmi için bekleyip göreceğiz.

(bkz: turkcell kullanmama nedenleri)
1 numeroya oturur, şerefsizim.

mide bulandıran reklamlardır.zavallı tavuğu bu olaya kurban etmişlerdir.o sevimliydi ne olurdu sanki bi tek o kalsaydı..neden recep dallamasının tavuğu oldu?

şahan'dan ve recep ivedik karakterinden soğuma nedenidir. herşey tadında güzeldir, abartmamak gerekir. çünkü bir şey ne kadar insanların gözüne sokulursa, o kadar çabuk bıktırır kendinden ki şahan da bu konuda elinden gelen çabayı fazlasıyla göstermektedir.

turkcell kullanan insan tipi recep ivedik gibileriyse iyi ki avea'ya geçmişim dedirten reklamlar bütünü.

şahan gökbakara sempatiyi arttıran reklamlardır.

Yukarda yazılanlar Recebin Tavuğu reklamları hakkındaki yorumların az bir kısmı. Ancak genel yorumların ağırlığı burdakilerin oranına çok yakın. Yani geneli olumsuz...

Turkcell Genel Müdürü Süreyya Civil'in ise bu reklamlar ile ilgili düşüncesinin bir kısmı şöyle:

"Recep İvedik karakterini herkesin sevmesi beklenemez. Cellocanları da sevmeyenler çıkabilir. .... Şirket olarak sürekli yenilikleri deniyoruz. Başarılı olursak devam ederiz olmazsak yeni şeyler deneriz"

Civil açık ve net: Sevildiğini düşündüğümüz bir karakteri kullandık. Beklentimiz ters çıkar başarısız olursa bırakırız. Tepkilerden pek kaygılı değil gibi. Oysa mediacatonline'da düzenlenen ankette de 1379 kişinin %55,18 "Sizce Recep İvedik Turkcell'in marka algısına zarar veriyor mu?" sorusuna evet demiş.

Buradaki sorunun Turkcell'in önceki yüzlerinde segmantasyonu iyi yapmasına rağmen burada başaramaması olarak düşünüyorum. Sarp Apak Turkcell'in yüzüyken, Nil Karaibrahimgil Hazır Kart'ın yüzüdür. Aynı durum Raga Oktay-Tarkan karakterleri için de geçerli. Recep İvedik ise Turkcell ve Hazır Kart'a ortak hizmet ediyor. Kategorisinde prestijli marka ünvanını elinde bulunduran Turkcell'in Recep İvedik gibi bir karakterle hareket etmesi birçok müşterisini kızdırıyor. Oysa Turkcell bu karakteri yalnızca Hazır Kart markası üzerine konumlandırsaydı olumsuz tepkilerin çoğundan kurtulabilirdi. Sarp'ın yer aldığı iş dünyası temelli reklamlardan sonra Recep İvedik tiplemesi Turkcell markası için yaralayıcı oldu. Sarp, patronu ve çalışma arkadaşları takım elbiseler içerisinde, aynı şekilde Raga Oktay'da öyleydi, hatta Haluk Bilginer ve Gülse Birsel de. Kısacası Recep İvedik'in Turkcell'in genel marka algısına ne kadar zarar verdiğini bilmesem de "prestijli marka algısına" büyük zarar verdiği kesin.

Sevilen bir karakteri kullanmak, onun izlenme oranlarını marka yararına kullanmak elbette reklam başarısı açısından önemli. Ancak daha da önemli olan reklamın bıraktığı etkinin ne olduğu. Gerald ve Lindsay Zaltman da "Pazarlama Metaforları" adlı kitaplarında bunu şöyle ifade ediyor: "...reklamcılık, sektörü güvenle ve kolayca ölçebildiği için, bir reklamı belli bir süre içinde izleyen insanların sayısına değer verir. Reklamın izleyicileri yapıcı bir şekilde etkileyip etkilemediğini ve kalıcı bir duygusal etki yaratıp yaratmadığını-bir reklamın nihai amacı budur-belirleyecek önemli ama zor olan ölçüme daha az ilgi gösterir."

Müşterileri Turkcell'in tavuğuna kış demeden, Turkcell'in Recebin tavuğu reklamlarına kış demesi gerekecek gibi...

7 Ağustos 2008 Perşembe

"Muhteşem!!!" Pazarlama Hatası...

En büyüğünden küçüğüne bütün firma ve markaların çeşitli pazarlama hataları vardır. Bunlardan birçoğu efsaneleşmiştir ve yine bunların birçoğu komik sonuçlar doğurmuştur. Örneğin ilk aklıma gelen örnek General Motors'un Nova'sı. GM, Nova isimli arabasını Güney Amerika pazarına sürer ancak satışları sıfıra yakın gerçekleşir. Araştırma sonucu yapılan hata bulunur ve basit ve komiktir: "Nova" kelimesi Güney Amerika'da "gitmez" anlamına gelir. Benzer hataları Pepsi, Ford gibi devler de uluslararası pazarlarda yapmışlardır. İşte bu hatalara yeni muhteşem bir hata daha eklendi.

Bu sefer, uluslararası pazarlara açılan bir markadan gelmiyor hata. Ülkesine, şehrine, sınır ötesinden gelecek müşteri adayları adına bir esnaf tarafından yapılıyor. 2008 olimpiyatları için Dünya'nın gözü Pekin'de ve Pekin ciddi bir ziyaretçi topluluğunu ağırlıyor. Malum, yerel esnafta bu fırsattan payını alabilmek için harıl harıl çalışıyor. Bu bağlamda bir lokanta sahibi, turistlere ulaşabilmek adına yeni bir tabela hazırlatıyor ve çince isminin yanına bir de ingilizcesini ekliyor. Resimde de görüldüğü gibi lokantanın adı: "Translate Server Error" yani "Çeviri Hatası" veya daha açık bir ifade ile "Tercümede Hata Oluştu"

İlk bakıldığında küçük ve yapılmaması gereken bir hata olarak göze çarpıyor. Haberi okuyan birçok kişinin, "Yok artık, böyle bir hata yapılır mı?" dediğini düşünüyorum, aynı zamanda da gülümsediklerini tabii. Ama olaya bir de farklı açıdan bakmakta yarar var.

Herkes Trabzon'daki meşhur tabelayı hatırlıyordur: ".... tesisleri/lokantası 100 metre geride". Ağızdan ağıza başlayarak ardından kitlesel medyaya da konu olarak o kadar gündeme geldi ki, bu tabelayı ve dolayısıyla dinlenme tesislerini(veya lokantayı) duymayan yoktur sanırım. Magazin programlarına, haber kuşaklarına, gazetelere, dergilere konu oldu. Hatta bir kitabın kapağına bile malzeme oldu bu tabela. Böyle bir reklam kampanyası düzenlemeye kalkışsa kaç milyon YTL harcaması gereken girişimci amcamız kuruş ödemeden ününe ün kattı. Gerçi şu an karadeniz sahil yolunda ilk haberin ardından o kadar çok benzer tabela varki hangisi ilk kahramandı ben de unuttum. O yüzden de "... tesisleri/lokantası" şeklinde belirttim zaten.(Gerçek kahramanın hakkını yememek lazım)

İşte bu yüzden acaba Çin'deki girişimci esnafımız bilinçli bir tabela yaptırmış olabir mi??? Dünya çapında muhteşem bir reklam. Pekin'e gitseydim eğer lokantayı görmeyi hatta içeri girip muhteşem girişimcimizle tanışmayı çok isterdim. Ayrıca çok da sempatik ve farklı bir lokanta ismi olmuş. Yanlışlıkla veya kıvrak bir zekayla, her nasılsa lokanta sahibine benden kocaman bir alkış...

6 Ağustos 2008 Çarşamba

Günün Bloğu...

Tamda '"en" olmak' demişken günün bloğu olmak hoş bir süpriz oldu.

Tüm iyi niyetiyle bloğum ve bloğumdaki yazılar hakkında yorumlarını, takiplerini esirgemeyenlere başta blograziciler olmak üzere bu vesileyle teşekkür ederim...

5 Ağustos 2008 Salı

"EN" olmak...

Markaların, şirketlerin, kişilerin, rakiplerle rekabet içerisinde olan her kesimin en önemli hedeflerindendir “EN” olmak. En iyi marka, en iyi sanatçı, en iyi şirket, en başarılı marka, en başarılı firma, en güzel kadın, en yakışıklı erkek, vs… Bu “EN”leri daha da özelleştirmek ve böylece binlerce "en" ortaya çıkarmak olası: en iyi teknoloji markası, en iyi ses sanatçısı, en yakışıklı Türk erkeği gibi.

Bir şekilde “EN” olmak her zaman önemli. Özellikle kanıtlanmış “en”likler başarıya başarı katmada, olumlu algıyı kuvvetlendirmede bire bir. Tabi istenmeyen “en”leri de göz ardı etmemek gerekir. İstenenleri ne kadar yararlıysa, istenmeyenlerde o kadar zararlı. Yine örneğin: en kötü marka, en kötü sanatçı, en başarısız şirket vs…

Günümüzün en önemli kitle iletişim araçlarının başında da internet geliyor. Bir günde milyonlarca insan google ve yahoo gibi arama motorlarıyla çeşitli markalara, ürünlere, firmalara, kişilere ulaşıyorlar. Merak ettim ve Türkiye’de “en”lerde ilk çıkanlara göz attım. Google sonuçlarından birkaçı şöyle:

  • En iyi marka: bu aramada ilk sıra www.oyumsana.com adlı sitenin bir anketinde.
  • En başarılı marka: bu aramada ilk sıra www.kurumsalhaberler.com un “promosyonda en başarılı marka kim” adlı haberinde. (2005 yılına ait bir haber.)
  • En başarılı firma: www.iyifirma.blogspot.com bu aramanın sahibi. En iyi firmalar aramasının da ikinci sırasını kapmış… En iyi firma aramasının birinci sırası ise www.bildirgec.org a ait: 2006 Temmuz tarihli sony ile başlayan ve apple ile biten en iyi markalar anketinin sonuçlarının yer aldığı bir haber linki.

Bu listeyi uzatmak mümkün. Birçok “en”li arama yaptım, ama hepsini buraya yazmayacağım pek tabii. Benzer aramaları istediğiniz dalda “en”lerle sizde yapabilirsiniz, diğer arama motorlarında da. En kötülerde de benzer sonuçlar çıkıyor. Benzer sonuçlar diyorum çünkü aradığınız şeye tam anlamıyla ulaşamıyorsunuz. Ne kadar etkili olabilir bilemiyorum ama en iyi marka yazdığımda doğru veya yanlış karşıma bir markanın kendi sitesi çıksa beni etkileyebilirdi. Elbette “en” kavramı genellikle sübjektif bir değerlendirme ancak insanlar birbirlerinin değerlendirmelerine oldukça da önem verirler. Bu yüzden google’da en iyi marka yazdığımda karşımda sony, ford, turkcell, apple, arçelik… gibi herhangi bir markanın resmi sitesi çıksaydı şimdiki etkiden daha fazla etki yaratacağı kesindi.

Elbette çok önemli bir konu değil. Beklentim paralelinde sonuçlar olsaydı; örneğin en iyi marka sorgumdan Sony çıksaydı yarın gidip bir Sony ürünü almayacaktım belki ama yine de sorgu sonucunun sony olması, olmamasından daha iyi olurdu. Siteye daha fazla erişim, daha fazla erişim sayesinde uzun vadede daha fazla satış belki...?

Olaya bir diğer açıdan baktığımda “en”de kendisini ilk sırada görmek en azından markanın, kişinin kendisinde bir haz yaratabilir. Mesela en iyi pazarlama bloğu aramasının sonucu http://marketman-onair.blogspot.com olsa bende ciddi bir haz yaratırdı. :) Bu yüzden şu anki “en iyi pazarlama bloğu” arama sonucunun sahibi www.pazarlamablogu.com a sevgiler, saygılar.

1 Ağustos 2008 Cuma

ÇİBİPAT: Çim Biten Parmak Arası Terlikler

Krispy Kreme bir araştırmaya imza atar ve iş dünyası çalışanlarına "Şu anda günlük iş stresinizi ne alır?" sorusunu yöneltir. Verilen cevapların büyük çoğunluğunu "Doğa ile temas etmek"oluşturunca yeni bir ürün doğar: İçinde Çim Biten Parmak Arası Terlikler(Grass Flip Flop)...

Küresel ısınma, karbon emisyon çözümleri ve dolayısıyla yeşil pazarlama son zamanların moda pazarlama anlayışını oluşturuyor. Çibipat(Çim biten parmak arası terlik)'de yeşilin bir uzantısı ancak pek tabii yeşil pazarlama anlayışla farklı noktalarda. Kuşkusuz ortak noktaları doğal ortamların azalması. Pazarlamanın daha doğrusu Dünya'nın bilindik bir gerçeği vardır: Az bulunur kıymetlidir ve talebi yüksektir. Günümüzde de az bulunurlar listesinin başına yeşil doğa, temiz hava, huzurlu ortamlar yerleşmek üzere.

İş dünyasında artık çok daha stresli bir yaşamın sürdüğü gerçeğinde çalışanların doğa ile temas etmek istemeleri son derece normal. Kaç çalışanın işinden çıktıktan sonraki saatleri doğal ortamda geçirebilme şansı var ki? İşten çıktıkları herhangi bir günü geçelim, hangi hafta sonu böyle bir imkana sahipler?

Şimdilik sadece Londra'da satışa sunulan grass flip floplar(çibipatlar), iş dünyasının doğa ile temas talep edenlerinin ihtiyaçlarını ne kadar karşılar bilmiyoruz ama bu da bir başlangıç. Yeni ürünlerin de gecikmeyeceği kesin. Malum, eğer talep varsa arz en kısa zamanda yanı başında bitiverir...

24 Temmuz 2008 Perşembe

Bir de "Müze Kart"'ın Olsun...

T.C. Kültür ve Turizm Bakanlığı muhteşem bir uygulamaya imza attı. “Geçmişine değer veren kültür ve sanatseverlere avantajlarla dolu bir kart” sundu. 20 YTL gibi bir bedelle ülkemizdeki 300’ü aşkın müze ve ören yerini bir yıl içerisinde istediniz zaman istediğiniz kadar ziyaret edebiliyorsunuz.

Ülkemizde birçok kültürel faaliyette olduğu gibi müze ziyaretleri ve tarihi miraslarımıza duyarsız kaldığımız konusu da her zaman eleştiri konusu olmuştur. Yabancıların bizim eserlerimize bizden fazla ilgi gösterdiği hatta bazılarının bizden daha fazla tarihimizi bildiği söylenir. Elbette bu söylenenler farazi şeyler değil, sizde benim gibi elinizden geldiğince tarihi ziyaretler gerçekleştiriyorsanız birçok kez yabancı turistlerin bizlerden fazla olduğunu fark etmişsinizdir. Kültür ve Turizm Bakanlığı da bu duruma el koymak istemiş olacak ki Müze Kart projesini gerçekleştirmiş. 20 YTL gibi bir rakamla böylesine bir hizmet gerçekten muhteşem. Bu rakam bile tek başına bizim tarihimize olan alakamızın eseri pek tabi. Dünyanın birçok yerinde, bizim tarihimizi yansıtan eserleri görebilmek bir seferlik ziyarette 100 avro gibi rakamları gözden çıkarmayı gerektirebiliyor.

Proje başlangıcından sonraki 10 günlük süre içerisinde karta ulaşanlar 150.000 kişiyi bulmuş. Hedefin milyonlar olduğu yerde heyecan verici bir rakam değil ancak ülkemizdeki müze kültürü düşünüldüğünde umutlandıran ve heyecanlandıran bir rakam.

Cüzdanınızda taşıdığınız birçok kartın yanına bir de müze kart eklemekte fayda var. Müze ve ören yerlerini ziyaret eden biri değilseniz bile cüzdanınızda böyle bir kart olduğunu bilmek karşınıza bir müze çıktığında(ki mutlaka çıkacaktır) sizi oraya sürükleyebilme gücüne sahip olacaktır. Bu hazzı aldıktan sonra da o kartın müdavimi olacağınıza eminim. 20 YTL’ye bir sipariş verin ve kartınız evinize kadar gelsin.

Kültür ve Turizm Bakanlığını ve bu kampanyanın fikir babasını tekrardan tebrik ediyorum. Kamu kurumlarının pazarlama faaliyetlerinde daha çok bulunması gerektiğini her zaman söylüyorum. Sosyal sorumluluk bilincini en iyi pazarlayabilecek kurumlar kamu kurumları olacaktır. Kamunun maliyet avantajı, daha doğrusu maliyet ve kâr kaygısı olmaması böylesine güzel hizmetler ortaya koyabiliyor.

Yeri gelmişken biraz “özlü” sözlenelim:

Tarih milletin hafızasıdır; tarihini bilmeyen milletler, hafızasını kaybetmiş insanlara benzerler.”(Anonim)

Bir çınar için toprak altındaki kökleri ne ise -ve bu kökler kurudukça çınar nasıl kurumaya başlarsa- bir millet için de tarih odur. Tarihini bilen millet, kökü sağlam çınar gibidir. Zamanla eski âdet ve ananesini, yaşayış tarzını unutan, tarihini bilmeyen, ecdadının neler yapmış olduğundan haberi olmayan bir millet, kendini ayakta tutan köklerinden birkaçını kurutmuş demektir.” (Kazım Karabekir)

16 Temmuz 2008 Çarşamba

İ.İ.B.F ve BOLLUK PARADOKSU

Ülkemizdeki mezun ve öğrenci sayısı en yüksek fakültelerimizin başında benimde mezunları arasında bulunduğum İ.İ.B.F(İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi) yer alıyor. Kuşkusuz ülkemizdeki yüksek işsizlik oranı içerisindeki payın büyük bir kısmını da doğal olarak İ.İ.B.F.’liler oluşturuyor. Ülkenin genel ekonomik yapısının neden olmasının yanında İ.İ.B.F’lilerin işsizliğinin veya iş tatminsizliğinin önemli bir sorunu da bolluk paradoksu.
Bu yazıyı yazmama ön ayak olan Barry Schwartz’ın mükemmel tespit ve analizlerinden oluşan kitabı “Bolluk Paradoksu”. Özellikle son yıllarda sahip olduğumuz sınırsız seçeneklerin bizi mutlu mu ettiği yoksa mutsuzluğa mı sürüklediğini inceliyor Schwartz. Bende bu kitaptaki düşüncelerden yola çıkarak, bolluk paradoksunun İ.İ.B.F gömleklileri üzerindeki yansımasını aktarmak istedim. 

İ.İ.B.F.’LİLERİN ZORLU TERCİHİ
İ.İ.B.F fakültelerinde işletme, iktisat, maliye, çalışma ekonomisi, uluslar arası ilişkiler bölümleri yer alır. Bu bölümde eğitim gören öğrenciler eğitimlerini tamamlamanın ardından aynı işlere talip olabileceği gibi kendi bölümlerine yönelik farklı işler içinde yarışabilirler. Bir İ.İ.B.F mezunun bölümünü de göz önüne alınarak birçok iş alanı sayabiliriz ancak genel anlamda bunlardan sadece bazılarını sıralayalım: insan kaynakları uzmanı, ekonomist, müfettiş, denetçi, uzman, yönetici, hesap uzmanlığı, vergi denetçiliği, mali müşavirlik, muhasebeci, idari yargı hâkimliği, ihracat uzmanı, pazarlamacı, reklamcı, satın almacı, finansçı, denetçi, kaymakam, kendi girişimi ile kendi işini yaratması vs. vs… Bu listeyi belki de yüzün üzerine çıkarmak mümkün.
Peki, bu durum bir İ.İ.B.F.’li için üstünlük mü, zayıflık mı? Genel kanı olarak bol alternatifin üstünlük sağlayacağı kabul edilebilir ama birçoğumuz günlük hayatımızda bunun tam tersi etkisini görürüz. Seçim yapmamız gereken birçok durumda kendimizi sıkıntılı hissettiğimiz ve yaptığımız seçimler ardından da yeterince mutlu olmadığımız olur. Aklımız, seçim yaptığımızda geride bıraktıklarımızda kalır veya seçim yaparken seçenekler o kadar çoktur ki o an doğru kararı verememiş olma ihtimalimiz yüksektir. Aslında kesin doğru bir karar da yoktur. Yapacağımız her hangi bir seçim her zaman nispeten kötü bir seçim olma özelliği taşır. Yani fırsat maliyeti dediğimiz maliyetin büyüklüğü bizim seçim mutluluğumuzu kısıtlar. Fırsat maliyetimiz arttıkça da daha fazla mutsuz olma eğilimi gösteririz. Fırsat maliyetinin yükselmesi de alternatifin çokluğuyla doğru orantılıdır.
Sorumu yinelediğimde, iş alanı olarak bol alternatifli seçeneklere sahip İ.İ.B.F’lillerin artık bu durumunun üstünlük mü zayıflık mı olduğuna daha net bir karar verebiliriz. Elbette genel kanı olarak bol alternatifin özgürlüğü artırdığı düşüncesini kabullenmek, bunun büyük üstünlükler sunduğu düşüncesine tutunmak mümkün. Ancak Schwartz’ın Bolluk Paradoksunda aktardığı birçok çalışma kısıtlı seçenekler arasından seçim yapmak zorunda kalan, seçim şansı yüksek olmayan ve şartların kendilerini belli şeylere zorunluluğu olarak yönelttiği kişilerin bu yönelimlere kendilerini çok daha iyi adapte ettiğini, daha çok kabullenildiğini ve en önemlisi nihayetinde daha mutlu olduklarını gösteriyor. Bunun en yalın örneklerinden biri 1950’li yıllarda Amerikalı insanların bugüne oranla çok daha az seçme şansı varken, bu güne gelindiğinde çok daha fazla seçme şansı olduğu bol alternatifli bir Dünya’da yaşamalarına rağmen 1950’li yıllardaki insanların mutluluk oranları, bugünkü insanlardan daha fazla ve 2000’li yıllarda 1950’ye göre 14 milyon Amerikalı daha mutsuzmuş.
İ.İ.B.F. mezunlarının bu seçenekleri içerisinde karar vermeleri de aynı etkileri gösteriyor. Yapılan seçimin ardından akılların vazgeçilen seçeneklerde kalması, tatminsizliğe itiyor. Hatta daha başından iş seçiminde bu zorlu süreci çok daha yoğun yaşıyorlar. Herhangi bir alana odaklanabilmek pek mümkün olmuyor.
Alternatifler arasından seçim konusunu biraz daha açalım. İ.İ.B.F’li nasıl bir seçenek taramasından karar sürecine ulaşıyor? Kamu mu, özel sektör mü? Kamu ise hangi pozisyon, hangi kurum, A kadro mu B kadro mu? Bu seçeneklerin içerisinde bile ayriyeten onlarca farklı seçenek mevcut. Özel sektörse, yine hangi kurum, hangi pozisyon, hangi özel sektör? Yine bu seçimlerin her biri ayrı ayrı seçenekleri zorunlu kılıyor. Ayrıca bu seçimleri yaparken üniversite mezunu olmalarına rağmen girilmesi gereken ayrı ayrı sınavlar, mülakatlar söz konusu. Her birinin işe alım politikaları farklı. Hangisine nasıl çalışmalı, bunun dahi doğru seçiminin yapılması gerek.
Diyelim ki bu zorlu süreçte kararımızı verdik veya şartlar bizi bankacılığa götürdü. Peki, burada seçenek süreci sona eriyor mu? Elbette hayır. Tekrar özel mi kamu mu sorusu. Hangi banka? Hangi pozisyon? Hangi il, hangi şube? Gişe mi, operasyon mu, satış mı; yönetici yardımcılığı mı, müfettişlik mi? Her bir tercih zor kararı ve izlenmesi gereken farklı bir yolu gerektiriyor.
Ayrıca bu olağan şartlara olağanüstü koşullar da ekleniyor. Seçim bir alışverişteki kadar basit değil. Tek başınıza karar verebilme olanağınız yok. Birçok rakiple de yaptığınız seçimler için yarışıyorsunuz ve maalesef bu rakipler yalnızca İ.İ.B.F.’lilerden de oluşmuyor. Örneğin birçok bankada çalışan kimya mezunu, seramik mühendisi, öğretmen gibi farklı yetkinliklere sahip çalışanlarda var. Aynı şekilde birçok şirkette ihracat işleriyle uğraşan yabancı dil mezunları. Bu örnekleri çoklaştırmak hemen hemen her sektör için mümkün. Bol alternatif içerisinden seçim yapmanın zorluğunun yanı sıra İ.İ.B.F.’liler için bir de böylesine uygulamalar söz konusu. Tabi işin içine “referans” konusunu hiç sokmuyorum. Tırnak içindeki referansın konusu başlı başlına ayrı bir çalışma ister.
Bu bol seçeneğin, seçenek özgürlüğünün sonuçları neler getiriyor? Schwartz’ın bilgilerinden yararlanırsak; bol alternatif içerisinden seçim yapmak, kısıtlılara oranla pişmanlık oranını çok daha yüksek seviyelere taşıyor. Kararı başkalarının vermesi duyulan tatmini artırıyor ve İ.İ.B.F.’li için bu pek mümkün değil. Bir öğretmen bir avukat veya bir doktor örneğin, bol alternatif içerisinden seçim yapmak zorunda değil. Ayrıca onlar için zorunluluklar var ve onlar adına karar vericiler. Çalışma yerini kendisi belirleyemiyor örneğin. Devlet şurada çalışacaksın diyor ve yola koyuluyorlar. Bu nedenle Schwartz’ın ve çeşitli çalışmaların gösterdiği üzere bu kişilerde tatmin çok daha yüksek oluyor. Fırsat maliyetleri düşük, karar vericileri var ve bu yüzden seçimlerine daha iyi adapte olabiliyorlar ve dolayısıyla daha tatmin ve mutlu olabiliyorlar.
İ.İ.B.F.’liyi diğer meslektekiler gibi daha az seçeneğe maruz bırakmanın bazı yolları olabilir. Örneğin lisans eğitimi sonrası yüksek lisans eğitimine devam etmek, uzmanlığı ve beraberinde daha az seçeneği mümkün kılabilir. Aynı şekilde eğitimi sırasında, mezun olmasının ardından kendisini nelerin beklediğini bilmek ve bu seçenekleri incelemeye eğitimi sırasında başlamak, seçim kararı vermeye sıra geldiğinde daha az seçeneği önüne sürebilir. (Bu konuda eğitim kurumlarımıza ve bu kurumlardaki öğretim üyelerimize de büyük görev düştüğünü düşünüyorum.) Bu seçenek kısıtlayıcı imkânlara birde zamanında bu süreçten geçen, doğru veya yanlış karar alan deneyimleri dinlemek de işi biraz daha kolaylaştırabilir. Ancak dediğim gibi biraz! Seçenek özgürlüğü İ.İ.B.F’li için her zaman var olacaktır. Karar verip bir yerde çalışmaya devam etse bile…
Aslında yazılabilecek çok daha fazla şey var. Burada kısaca özetlediklerimi, Barry Schwartz’ın Bolluk Paradoksunu okuduktan sonra kendinizde çok daha geniş bir bakış açısına yayabileceksiniz. Gündelik hayatımızdaki bolluk paradoksu ile ilgili de çok önemli bilgilere, tespitlere varabilecek ve önemli bir farkındalık kazanabileceksiniz..
Ülkemizin ekonomik yapısı, işsizlik düzeyi, İ.İ.B.F.’li mezun sayısı, adil olmayan işe alım politikaları, “referans” sorunu gibi olumsuzluklara birde bu bolluk paradoksunu eklediğimizde iç karartıcı bir tablo ortaya koyduğumuz kesin. Ancak unutulmaması gereken her hangi bir kurumda veya idarede en tepe noktaya çıkabilme potansiyeline en çok sahip olanlar da İ.İ.B.F.lilerdir: gelir açısından da, pozisyon/statü açısından da.
Birikimin, bilginin, şansın ve doğru seçimlerin ve sonunda tatmin ve mutluluğun başta biz İ.İ.B.F.’liler olmak üzere doğru seçimler yapmak zorunda olan tüm iş dünyası adayları ve çalışanlarıyla olması dileklerimle…

15 Temmuz 2008 Salı

Yeni Logo ile Yola Devam...

Aralık 2007'de blogsfere giren marketman-onair, yeni logosuyla pazarlama dünyası içerisindeki macerasına kaldığı yerden devam ediyor.

Bilindiği ve önceki bazı yazılarımda da üstünde durduğum gibi "kimlik" olayı çok önemli. Nasıl ki insanların kendilerini ifade ettikleri ve diğerlerinden ayrıldıkları isimleri ve imzaları varsa, kurumların ve markalarında kuşkusuz bir kimliği ve imzası olması lazım. Bu bağlamda Marketman'da geçen bu 7-8 aylık süreçte artık özgün bir logoya ihtiyaç duydu. Yine nasıl ki başlarda insanlar imza niyetine parmak izlerini kullanırken bugün kendilerine özgü imzaları varsa, Marketman'de ilk aylarını parmak iziyle geçirdi ama şimdi şık, çağdaş, genç ve farklı bir imzası var.

Bu logoyu tasarlayan egrafiker'e de sonsuz teşekkürler. Mayıs 2008 sonunda açılan www.egrafiker.com tecrübeli grafikerlerden oluşan genç bir internet sitesi. Kendileriyle iletişime geçtiğim ilk andan itibaren büyük bir anlayış ve özverili çalışmalarıyla hem ne kadar profesyonel olduklarını hem de ileride çok daha başarılı olacaklarının sinyalini verdiler. Şimdiden kısa sürede çok ciddi referansları var zaten. 2009 yılında İngilizce, Rusça, Çince ve Almanca dilleriyle de hizmet vermeye başlayacak olan egrafiker, koyduğu hedefler ve vizyonunun büyüklüğü ile de hem şuan bulunduğu hem de ileride edineceği konumuyla ilgili önemli ipuçları veriyor. Marketman olarak egrafiker'in ilk müşterilerinden biri olmaktan ve egrafiker ile çalışmaktan dolayı çok mutluyum. İleride çeşitli banner hizmetlerinden(özellikle flash banner) tekrar yararlanacağıma eminim.

Sizlerinde beğeneceğine inandığım yeni logo ile birlikte kaldığımız yerden devam...

9 Temmuz 2008 Çarşamba

Çıtır Ayşe, Ayşe Teyze'ye Karşı

Sanırım 2-3 ay önceydi. Ayşe Hatun Önal'ın başrolde oynadığı Cipso reklamını izlediğimde aklıma ilk gelen Lays'in Ayşe Teyze'siydi. Çıtır Ayşe, Ayşe Teyze gibi köydeydi ama "yiyin gari" demiyor, nazik bir şekilde "cipso yemez misiniz" diyordu. Gerçi Çıtır Ayşe köy halkından değildi zaten, motorbisikletine atlamış köye gelmişti, son teknoloji cips makinasından patatesleri atıyor cipsoları çıkarıyordu. Köylüde şaşkındı tabi; "çıtırın sırrı buymuş meğer". Gerçi bu tepkinin cipsoya mı Ayşe Hatun'a mı verildiği biraz karışık, daha soğrusu her ikisine de gibi.

Bu reklam kampanyası, reklamların dönmeye başlamasından hemen önce Kraft tarafından tanıtılmıştı. Ayşe Hatun Önal'ın da hazır olduğu tanıtım basın toplantısında Ayşe karakterinin Cipso'nun genç, dinamik ve yenilikçi yüzünü yansıttığı vurgulanmıştı. Reklam kampanyası için yapılan tercihler elbette Cipso'nun tercihi ama reklamları o kadar fazla Ayşe Teyze'ye dokunuyor ki biraz rahatsızlık veriyor.

Bu yazıyı, reklamı ilk izlediğimde de yazmak istedim ancak belkide yanlış düşünüyorumdur, Ayşe Teyze'ye dokundurma benim algıladığım kadar değildir diye düşünerek vaz geçmiştim. Reklamdan anlaşılması gereken; "patatesleri en kaliteli ve doğal ortamından alırız ve en son teknolojiyle cipse dönüştürürüz. Daha genciz ve bu cipslerimizde bu yüzden çok daha çıtır" olmalı, ben fazla kuşkucu bakıyorum herhalde dedim. Ancak şu son reklamlardan sonra tamamen haklı olduğumu anladım. Köylü, hep bir ağızdan bağırıyor: "En çıtır Ayşe bizim Ayşee.."

Elbette bu yapılan ilk değil. Bir çok marka, rakibinin reklamını, kampanyasını, logosunu, ismini vs. vs.. tiye alarak reklam yapar. Bunlardan çok başarılı olanlarda olur. Hatta belki Cipso'da başarılı olmuştur, tam olarak bilemiyorum. Ancak bu reklam beni rahatsız ediyor ve birçok kişiyide rahatsız edeceğini düşünüyorum. Peki neden?

Öncelikle Ayşe Teyzeli reklamları çok beğendik ve Ayşe Teyze'yi toplum olarak hepimiz benimsedik, sempati duyduk, sevdik. Doğaldı Ayşe Teyze, değerlerimiz yansıtan, içten köy kadınıydı ve hepimizin teyzesiydi. O zaman ki rakamlar Ayşe Teyze'nin Lays satışlarını %20'lere varan oranlarda artırdığını gösteriyordu. Çoğu şov programı hatta haber programlarının konuğuydu Ayşe Teyze sık sık. Raytingi çok yüksekti çünkü. Daha çok uzatabiliriz ama kısacası Ayşe Teyze çok başarılıydı(halen başarılı) ve Lays bunun karşılığını da gördü.

Şimdi siz bu kadar sevilen ve herkesin teyzesi olan, yaşı hatrı sayılır bir yere gelmiş Ayşe Teyze'yi başka bir Ayşeyle yarıştırırsanız hemde bunu "çıtırlık" üstünden yaparsanız toplumu rahatsız edebilir. Beni her seferinde rahatsız ediyor ve Ayşe Teyze'ye olan sevgimi artırıyor.

Bir önceki yazıda belirtmiştim güldüren reklamlarda dokundurmalarda dikkatli olunmalı diye. Burada bunun güzel bir örneği var ancak bence burdaki esas sorun Sayın Ali SAYDAM'ın her seferinde ısrarla söylediği: "iletişim projelerinin, hedef kitlenin kültür ve değerleriyle uyumlu olması gerekliliği"

8 Temmuz 2008 Salı

HİKAYENİN GÜCÜ

Tarihin ilk zamanlarından bu yana insanlığın iletişiminde hikaye önemli bir yere sahip olmuştur. Yaşanmışlıklar, deneyimler hikayeleri yaratmış, sonrakilere yol gösterici olmuştur. Efsanevi hikayelerle insanlar kendilerine tanrılar yaratmış, topluluklar, ülkeler kurmuşlardır. Birçok kişinin, topluluğun hayatını öğrendikleri hikayeler yönlendirmiştir. Hikayelerden dersler çıkarılmış, zaman zaman öğrenmek için zaman zaman gülmek için hikayeler aracı olmuştur.
Günümüze gelindiğinde hikaye gücünü artırarak varlığını sürdürmektedir. Normal iletişim gücünün ötesine geçmiştir. Hayatta başarılı olmanın gereklerinden biri iyi hikayeler anlatmaktan geçmektedir. Aynı zamanda da iyi hikayeleri dinlemekten. Bir işe sahip olabilmek için iyi bir hikayeye sahip olmalısınız, başarılı bir marka olmanız için iyi bir hikayeye sahip olmalısınız...

Annette Simons'da Hikayenin Gücü adlı kitabında hikayenin bu güçlerine değiniyor. Daha henüz kitabın kapağında sıralıyor:
- Hikayesi olmayan markaya müşteri yok...
- Hikayesi olmayan lidere iktidar yok...
- Hikayesi olmayan CEO'ya ikinci çeyrek yok...
- Hikayesi olmayan insana kariyer yok...

Kitapta, hikayenin önemi, nasıl kullanılacağı, nasıl anlatılacağı, nasıl dinleneceği bir çok yerinde örnekle sıralanıyor. Herkesin iyi bir hikayesi olması gerekir diyor Simons ve ardından ekliyor: Herkesin mutlaka iyi bir hikayesi vardır. Yapılması gereken bunun farkında olmak ve anlatmayı bilmek.

Geçenlerde bir arkadaşımın uluslararası bir şirketteki mülalatında şirket yöneticisinin beklentisini aynen aktarıyorum:
"Bana bir hikayeni anlat ve beni etkile..."

Evet artık şirketlerin aradıkları çalışanlar güçlü hikayeleri olanlar. En azından hikaye ile onları etkileyebilenler. Günümüzde etkileme ve iknanın gerektiği her alandaki en güçlü silah hikaye...

Amerika'da "master the art of storytelling" adı altında yüksek lisans programlarına giren, bir çok eğitimin ana konusu olan hikaye anlatımı konusunda en azından bu muhteşem kitabı okuyarak önemli bir bilince sahip olabilirsiniz. Belki bir gün bizim üniversitelerimizde de hikaye anlatımı yüksek lisans programları olur, en azından dersleri olur. Ancak o gün gelene kadar şu an sahip olabileceğiniz en iyi(hatta tek) Türkçe kaynak MediaCat yayınlarından çıkan Annette Simons imzalı "Hikayenin Gücü".

3 Temmuz 2008 Perşembe

Çok Güldük. Gidip Biraz Alışveriş Yapalım!!!

Son zamanlarda birçok marka, reklam kampanyalarında eğlenceyi ön planda tutuyor. Hedef, tüketicileri eğlendirmek ve güldürmek. Sonrasında da beklenti; anlık da olsa mutlu olan tüketicilerin bu mutluluklarını o markaya yönelteceği ve o ürünü satın alma arayışına sokacağı.

Eğlence faktörünün her zaman reklamda yeri olmasına rağmen son yıllarda artması, öncelikle modern toplumdan postmodern topluma geçmekten kaynaklanıyor. Rasyonel olmak artık eskisi kadar önemli değil, duygularımız daha ön planda. Tüketiciler satın alma kararlarını da bu doğrultuda veriyor.
İkincisi; güldüren reklamlar daha fazla izleme isteği doğuruyor ve ağızdan ağıza pazarlamayı daha etkin kullanabiliyor. İzlediği bir reklamı arkadaşına anlatan kişinin aktardığı reklam genellikle güldüren reklamlar oluyor. Ayrıca öyle eğlenceli reklam çalışmaları var ki, sırf bunları izleyebilmek için tüm reklam kuşağını takip ettiğimiz zamanlar olabiliyor. Kuşkusuz özgün birçok reklam bu özelliğe sahip olabilmekle beraber, güldüren reklamlarda bu etki olasılığı çok daha yüksek. Sanırım gülmeye olan ihtiyacımızın fazla olmasından dolayı, bu savım ülkemizde daha da geçerli.
Kısa dönemli güldüren reklam çokluğuna baktığımızda da, bunun mevsimsel etkisinin olduğunu düşünüyorum. Bahar ve yaz ayları, insanların kendini daha pozitif hissettikleri, tatil ve dinlenme güdülü oldukları aylar. Bu aylarda hüzün içerikli reklamlar tüketicileri rahatsız edebilir. Sonbahar ve kış aylarında da nispeten tersi söz konusu olabilir.

Peki, güldüren reklamlar markalara neler katıyor? Güldüren reklamlar gerçekten satışları artırıyor mu?

Öncelikle güldüren reklamların, markalara sempati uyandırabileceği bir gerçek. Ancak güldürme şekli, yani işlenen konu önemli ve ayrıca ifade ediliş şekli. Güldürürken hiç bir kesimi rencide etmemek lazım, hatta rakibinizi bile.
Diğer yandan yukarda da belirttiğim gibi, reklamın izlenirliğini artırabilir ve hızlı bir şekilde ağızdan ağıza yayılabilir. Aktüel haber sitelerinde, günlük gazetelere konu olan reklamlar bile genellikle güldüren reklamlar olur.

Güldüren reklam, satışlara olumlu yansır mı derseniz, tek başına bunu sağlaması güç olabilir. Ancak markaya kattığı sempati, bilinirliğini artırma fonksiyonu, günümüzdeki duygusal tüketiciyle arasında kurduğu bağ satışlara yardımcı olabilir. Ama elbette bazı durumlarda ters etki de yapabilir. Güldüren reklamda işlenen konunun bazı kesimlerden tepki görmesi, güldüren reklamda kullanılan ünlüleri sevmeyen kesimin tepkisi vs. olumsuz etkilere ön ayak olabilir.

Tüketiciler açısından zaman zaman da yanıltıcı olabilir güldüren reklamlar. EPICA reklam yarışmasında, jürileri oy verecekleri reklamlar konusunda uyaran EPICA başkanı Andrew Rawlins'in uyarısının ilk sözleri şu: "Güldüren reklamlar sadece güldürdüğü için sevimli gelebilir, ancak lütfen gülmenin büyüsüne kapılmayın." Duygusal değerlerini daha ön planda tuttuğunu söylediğimiz tüketiciler için de bu uyarı geçerli: gülmenin büyüsüne fazla kapılmamak gerek.

2 Temmuz 2008 Çarşamba

Fake Genuine Watch!!!

İş dünyasının herzaman önemini koruyan sorunlarından biri ürün ve marka taklitçiliği. Özellikle markalaşmanın önem kazanmasıyla birlikte dozajı artan taklitçilik sadece ilgili marka ve ürünün değil, işletmelerin, çıkar gruplarının, tüketicilerin ve ülke ekonomisinin büyük belası.

Marka taklitçiliği söz konusu olduğunda, iki farklı uygulama söz konusu: Bunlardan ilki; marka ismi ve/veya şeklinin aynen taklit edilmesi olan açık marka taklitçiliği. İkincisi ise; taklit edilen markayla benzer isimler, logolar, amblemler kullanma şeklinde olan tanınmış marka imajından izinsiz yararlanma.

Açık marka taklitçiliği tam bir hırsızlık. Büyük yatırımlar yaparak, (genelde) uzun yıllar sonucu güçlü bir imaj oluşturan markayı aynen olduğu gibi taklit ederek pek tabii yasal olmayan yollarla pazara sunarak ve bunun orjinal olduğunu iddia ederek var olan taklitçiler, yukarıda sıraladığım bütün çıkar gruplarını çok büyük zararlara uğratıyorlar. Tanınmış marka imajından izinsiz yararlananların yapmış oldukları da yanlış olmakla birlikte en azından kendilerini ortaya koyuyorlar. Benim ürünüm, markam o değil ama onun gibi mesajı veriyorlar ve taklit ettikleri markalarla aralarındaki hukuki yolları da açık bırakmış oluyorlar. Bu taklit marka ve ürünlerin farkında olmak açık marka taklitçiliğindekine göre çok daha kolay çünkü.

İşte bu noktada benden bir alkışta tatil yörelerimizdeki imitasyonculara. Özellikle turistlerin yoğun oldukları bölgelerde Dünya'nın önemli markalarının saatlerinin satılması(tabiki sahte olanlarının) moda. Ancak benim genelde gördüğüm, bu genelde küçük olan dükkanlarda bunların "Fake Genuine Watch" ibaresi altında satılması. Önlerindeki tabelalarda veya camlarda bunu hiç çekinmeden sergiliyorlar. Elbette bir markanın taklidinin satılması doğru birşey değil ama en azından dürüst olmak doğru birşey. Ne yaptıklarını, ne olduklarını alenen ortaya koyuyorlar. Yapılması gereken birşey varsa bu noktada yasal temsilcilere veya marka yetkililerine düşüyor. (ve pek tabi biraz da biz tüketicilere)

Geçen günlerde eBay'e Fransız mahkemeleri tarafından 35 milyon euroluk tazminat kararı alındı. Sebebi sahte markalı ürünlerin satışına onay vermesi. Müzayede tabanlı ve temel süreci tüketicilerin yürüttükleri ve bu tüketicilerin sayısının hatrı sayılır bir seviyede olmasından dolayı eBay'in gözünden kaçmış olabileceğini düşünmekle birlikte, söz konusu tüketiciler arası alışveriş olduğundan sorumluluğun onların üstünde olduğunu düşündüklerinden dolayı umursamamış olabileceklerini de düşünüyorum. Ama elbette ne olursa olsun, böyle bir hizmeti sağlayıp her açıdan çok iyi sonuçlar alıyorsanız, diğer çıkar gruplarının çıkarlarını da, özellikle de faaliyetlerinizi yürütmede temel varlıklarınız olan ürünlerinizin markalarını kollamak gerekir.

Peki sizce 35 milyon euro çok mu? Bunun cevabını PriceWatershouseCoopers'ın 2002 yılında yayınladıkları Marka Koruma Grubu Raporundaki yalnızca Türkiye'yi içeren verilerle veriyim:
  • Türkiye'de 2000 yılında taklitçiliğin ekonomik maliyeti 3 milyar A.B.D. dolarına varıyor ve bu kayıp ortadan kaldırıldığında, aynı miktar para ile;
  1. 1997-2000 seneleri arasında ekonominin lokomotif sektörü olarak kabul edilen otomotiv sektörüne yapılan yatırımın iki katı yatırım yapılabilir,
  2. Muhtemel bir Marmara Depremi ile ilgili olarak yapılması gerekli iyileştirme çalışmalarının çoğu tamamlanabilir ve binlerce hayat kurtarılabilir,
  3. 410.000 yetime bakım sağlanabilir,
  4. 90 tane 600 kişilik kapasiteli yoksul, kimsesiz, yaşlı ve yetimlere Darülaceze tarzında hizmet veren bakım evleri kurulabilir,
  5. 290.000 kişiye 100 m2'lik sosyal konut, 75 tam donanımlı 400 yatak kapasiteli hastane, 3800 tane 1000 öğrenci kapasiteli okul binası, 15.000 tane 500 öğrenci kapasiteli spor salonu binası inşa edilebilir,
  6. 2 milyon kişi asgari ücretle istihdam edilebilir,
  7. En az 2 milyon kişi işsizlik sigortasından yararlanma imkanı bulabilir.
Kuşkusuz bu listeyi uzatmak mümkün. PWC'nin bu analizleri önemli bir gerçeği ortaya koyuyor. Tüketiciler olarak sahte ürün alma konusunda tekrar düşünmemizi sağlıyor. Ayrıca bu rakamlar 2000 yılı rakamları. Acaba günümüzde bu rakamlar nerelere ulaştı?

Son olarak bu kasvetli sonuçlardan mükemmel bir taklitçilik örneğiyle çıkarak, tebessüm ederek bitirelim. Belki birçoğunuz izlemiş veya okumuşsunuzdur ama yineleyelim: İstanbul Eminönün'de hamsterları sarı renge boyayan esnaf bunları pikaçu olarak satıyorlardı. Çocuklara, kahramanlarından birine canlı sahip olabilme fırsatı yaratan Eminönü esnafını yaratıcılıklarınından dolayı kutluyorum :) Ayrıca Pikaçu markasını kullanmalarına rağmen, açık bir marka ve ürün taklitçiliğinden de söz etmek pek mümkün değil bence.

27 Haziran 2008 Cuma

Gece 02:00'da Mobil Reklam!!!

Cep telefonu sahibi hemen herkes gün içerisinde cep telefonlarıyla çeşitli reklamlara maruz kalmakta. Alışveriş yaptığınız bir mağazada sizden alınan bilgilerle, süperteklif gibi izinli reklam yapan kuruluşlara üyeliklerle ve mobil operatörlere abone olma sırasında (farkında olarak veya olmayarak) mobil reklamlara açık olduğunuzu belirtmeyle bu reklamlara maruz kalabiliyoruz. Bunların hiçbirini yapmasak bile en azından abone olduğumuz operatör kendi reklamlarını bize ulaştırabiliyor.

Kuşkusuz günümüzde reklam körlüğü yaşayan tüketicilere ulaşmanın başarılı bir alternatifi mobil mecra. Ancak bunu müşteriyi rahatsız etmeden gerçekleştirmek ve fazlalaşan mobil reklamlara da ilgisi azalan tüketicilere farklılık yaratarak etkili reklam yapabilmek çok önemli. Mobil mecrada yaratıcı olmanın önemine önceden de değindim, burada bahsetmek istediğim, reklamın rahatsız ediciliği.

Gün içerisinde bazen onlarca mobil reklam alabiliyorum. Bunlardan bazılarına gönüllü olduğumu biliyorum ancak birçok mesajında benim verilerime nerden ulaştıklarını merak ediyorum. Birçok mesaj almamda sorun değil açıkçası, bana hitap etmeyi bileni ve bana gerçek anlamda bir fayda sunabileni ayırt edebiliyor ve diğerlerine fazlasıyla duyarsız kalıyorum. Beni rahatsız eden mobil reklamlar son derece uygunsuz zamanda gönderilenler.

Geçenlerde rahatsızlandım ve gece uyumakta zorluk çekiyorum. Televizyon başında uyumaya çalışmam, kitap okuyup gözlerimi yormaya çalışmamla birlikte yavaş yavaş uyumayı başarabildim. Saat 02:00 civarı uykuya daldım sanırım. En son baktığımda saat 01:45’di çünkü. Ancak saat tam 02:05’te cep telefonuma mesaj geldi ve sanırım yeni uyumuş olmanın verdiği hafiflikle de hemen irkildim. Mesaj sağolsun AveA’dan: “Avea’dan yaz süprizi! 3 oyun alana MOBILE GP2 oyunu hediye…” Her zaman düşünürüm, acaba bir marka ne yaparsa çok şiddetli tepki veririm, neler yaparım diye. “Gece 2’de gereksiz bir mobil reklam yaparsa” seçeneği hiç aklıma gelmemişti ancak o reklamı okuduğumdaki tepkimi anlatamam. Şüphesiz verdiğim tepki de süreklilik taşıyan bir tepki. İyileşmem ve üstünden birkaç günün geçmesi hiçbir şeyi değiştirmedi. Bu süreklilik nedeniyle yapacağım şey elbette hattımı iptal ettirmek olacak. Zaten memnun olduğum bir başka hattım daha var. Genel marka görünümü itibariyle de zaten AveA’yı Turkcell ve Vodafone’un çok gerisinde görüyorum. Hattı kullanım sebebimde zaten memur olan ailemin talebi: Görüşmelerimizi bu hatla daha ekonomik yapabileceğimize olan inançları.

Bu sorunu yaşamamın ardından, yalnız olmadığımı da fark ettim. Çevremdeki birçok kişiyle paylaştığımda herkesin bu tarz sorunu olduğunu fark ettim. Sanırım benim tepkimin fazlalığı hastalığım sırasında gerçekleşmesi. Önceden de sabahları uyandığımda cep telefonumda çeşitli reklam mesajları okumuştum ama gönderim saatlerine bakmak aklıma gelmemişti.

Mobil mecra günümüzün en etkin mecralarından biri ve markalar tarafından göz ardı edilemeyecek bir mecra kuşkusuz ancak markaların tüketiciye hitap şekline dikkat etmeleri, farklılık yaratabilmeleri, bir fayda yaratmaları kadar tüketiciyle ne zaman buluşmaları gerektiğine de dikkat etmeleri gerekir. Yoksa sonuçları bende olduğu gibi çok ağır olabilir.