Bu Blogda Ara

13 Nisan 2013 Cumartesi

ALÂMETİFARİKA® MÜZELERİ*


Bir müze düşünün… 4 boyutlu tiyatroya; Andy Warhol ve Steve Penley gibi ünlü sanatçılar tarafından gerçekleştirilmiş Pop Kültür Galerisine sahip olsun. Bebeği olanlar için bebek arabası, ihtiyaç duyanlar için tekerlekli sandalye, körler için kabartma yazılı kılavuzlar ve motorlu scooter hizmetleri ile her kesimi düşünürken, fotoğraf ve video çekimini özgür bırakarak geleneksel müzecilik tabularına kafa tutsun. Yılda bir milyon üzerinde ziyaretçiye ev sahipliği yapması şaşırtıcı olmazdı herhalde!

Evet, genelde toplumun sınırlı bir kesimine hitap eden müzeleri böylesi bir yaşam alanı ve arzu edilen mekanlar haline getirmek, müzeciliğe ancak bir marka dokunuşu ile mümkün olabilirdi. 

Yukarıda sıralanan hizmetler, Coca-Cola’nın Atlanta’daki World of Coca-Coca adı altında hizmet sunan müzesine ait.  Coca-Cola’nın yanı sıra Harley Davidson’un 110 yıllık tarihi bir serüvene götüren müzesi; 1991 yılında kurulmuş olmasına rağmen köklerinin 1845 yılına uzandığını Nationale-Nederlanden ve NBM Postbank Group bankalarının devamı olmasına dayandırdığı ING Bank müzesi; özellikle ihtişamlı bir tasarıma sahip mimari yapılarıyla adlarından çokça söz ettiren Porsche, BMW ve Mercedes müzeleri; marka müzeleri denildiğinde ilk akla gelenler.

Kültür Birikimi ve Yeni Değerler…


Tarihte ilk olarak, eski kitapların korunup, sunulduğu mekân olarak doğan müze kavramı, zaman içerisinde arkeoloji müzesi, coğrafya müzesi, güzel sanatlar müzesi, bilim müzesi,  sanat müzesi olarak çeşitlenirken, günümüze yaklaşıldığında oyuncak müzelerinden, su altı müzelerine uzanan birçok özel alana konu olmaya başladı.

 Kuşkusuz, müze söz konusu olduğunda, merkezde “kültür ve değerler” yer alıyor. Bir ülkenin sembol olan öğelerinin oluşturduğu kültürün bu parçaları arasında; doğa güzellikleri, kitapları, sanat eserleri, bilimi, tarihi yapıtları arasında artık o ülkenin markaları da yer almakta. Günümüzde ekonomi ve iletişimin gelişimi paralelinde ülkeleri bir birinden ayıran sınırlardan yalnızca coğrafi ve siyasi sınırların kalmış olması, ülkelerin kendilerini markaları ile öne çıkarması, markaları ile farklılaşması sonucunu doğuruyor. Kısacası artık markalar, ticari değerlerinin çok daha ötesinde değerlere sahipler. Müziği ile dünyayı kasıp kavuran, filmleri ile tüm ülkelerde gişe rekorları kıran ülkelere bakın; dünyanın en büyük markalarına da sahip olduklarını göreceksiniz ve inanın bu basit bir rastlantıdan çok daha öte bir gerçek.

Pazarlamanın/markalaşmanın sihrini, diğerlerinden önce keşfederek günümüzün büyük markalarını yaratan ülkeler, bugün bu markaları ile övünüyor ve neredeyse bayraklarına olan bağlılıkları boyutunda markalarına sahip çıkıyorlar. Sahip olunan bu değer ve gücün, kendileri de ziyadesi ile farkında olan markaların, bu gücü ve getirilerini koruma çalışmaları, pazarlama planlarının içerisinde önemli bir yer tutuyor. İşte, gerek ekonomik gerekse de kültürel güçlerini korumak, bu zenginliklerini gelecek nesillere taşımak isteyen markaların, müzeciliğin etkilerinden yararlanma isteği Marka Müzelerinin doğuş hikâyesini anlatıyor.  


Haydi, Müze İnşa Edelim…


Markaların, milyon dolarlık harcamalara konu olan bu müze yatırımları elbette boşa değil. Kurumsal imajın güçlendirilmesi özelinde markaların müzecilik faaliyetlerinden beklediği faydayı özetleyebilecek olmakla birlikte,  marka müzelerinin faydaları şu şekilde maddeleştirilebilir;
  • ·         Kurumsal imajı güçlendirmek;
  • ·         Köklü geçmişini vurgulayarak yıkılmaz kale imajı vermek,
  • ·         Varlık nedeninin ticari boyutun ötesinde olduğu, hatta bir dünya mirası imajı vermek,
  • ·         Marka nostaljisi yaratmak,
  • ·         Rakiplerinden daha güvenilir olduğunu algılara yerleştirmek.


Elbette, bir markanın dokunduğu konu ne olursa olsun, “kar amacı” asla yadsınamaz. Müzecilik faaliyetlerine yapılan yatırımlar da özellikle uzun vadede ekonomik getirilerin en azından korunması amacına hizmet eder. Köklü geçmiş ile sürekliliğini vurgulayan ve sürekliliğine yatırım yapan markanın en yalın haliyle sürekliliği, ekonomik faaliyetlerin/getirilerin de devamıdır. Yılda bir milyon üzerinde ziyaretçi çeken müzenin ortalama 15 dolar olan giriş ücretinin yıllık ciroya olan 15 Milyon Dolar’lık katkısından (ki müze içerisindeki minyatür ürün, hediyelik eşya satışından restaurant hizmetlerine uzanan satış noktalarındaki hâsılatlar da en az bir o kadardır) ise bahsetmeye gerek yok sanırım!


İmaj ve Güven…


Bugün bir marka müzesine sahip olan markalara baktığımızda, kurumsal imajın diğerlerine göre çok daha önemli olduğu otomotiv sektörünün oyuncuları ile güven unsurunun çok daha önemli olduğu finans kuruluşlarının ön planda olması, müzeciliğin imaj ve güvene olan yüksek katkısının göstergesidir. Yine aynı markaların sahip oldukları ölçek ekonomisi, marka müzesi yatırımı gerçekleştirebilmenin zihniyetten öte belirli bir güce sahip olabilme gerekliliğinin de unutulmamasını gerektirir.

Pazarlama Farklılaştırır…


Girişte yazımın başında da vurguladığım üzere, markaların yüksek pazarlama bilinci ise, marka müzelerinin diğer geleneksel müzeler karşısındaki avantajı olarak karşımıza çıkıyor. Geleneksel müzelerin önemli sorunlarından olan “depo haline gelmek” riski, marka müzeleri için çok fazla söz konusu olamıyor. Bir arkeoloji müzesinin, tarihi buluntulardan oluşan bir depo görünümüne girmesi bazen önüne geçilmesi güç bir sorun olurken, marka müzeleri bir yaşam merkezi; yaşayan bir mekân olmada uzmanlar. Günümüz müzeciliğinin en önemli hedeflerinden olan “yaşayan müzecilik” anlayışına, yine en iyi markalar ulaşıyor.

Peki ya biz..?


Ülkemize geldiğimizde ise marka müzeciliğinden şatafatlı sözlerle bahsedebilmek mümkün değil. İş Bankası’nın 1928-2004 yılları arasında Yenicami Şubesi olarak hizmet veren şubesini dönüştürdüğü; 500 bini aşkın dijital ortama aktarılmış belge, Atatürk’ün İş Bankası hisseleri ve eski bankacılık aletlerinin sergilendiği müzesi dışında gerçek anlamda bir marka müzesine sahip değiliz. Rahmi Koç Müzesi ve Eczacıbaşı’nın sanal müzesi, konumuz olan marka müzelerinden uzak yapıdaki müzeler. İşletmenin küçük bir köşesinde sergilenen eski ürünler ritüeli de, iyimser bir bakış açısında en iyi ihtimalle müzecilik zihniyetinin kıvılcımı olarak kabul edilebilir. Kısacası, ülkemizde henüz markaların müzecilik ile olan ilişkisi, markaların geleneksel müzelere olan yatırımları/sponsorlukları boyutunun ilerisine gidememekte. Gerek markalaşma konusundaki gelişimimizin yakın bir geçmişe sahip olması ve gerekse dünyadan örnekler sunduğumuz markalar gücünde bir markaya “henüz” sahip olmayışımız ülkemizdeki marka müzesi boyutunun ana nedenlerini ifade edilebilecek olmakla birlikte, toplum olarak müzecilik bilincimizdeki olumsuzluklar da göz ardı edilmemelidir. Son yıllarda önemli gelişim gösteren markalarımıza hem toplum, hem pazarlama çevresi, hem de devlet/millet boyutundaki desteklerimizle büyümelerinin devamlılığını sağlamamız, ilerleyen yıllarda bizi de görkemli ve dünyanın her yerinden ziyaretçi çekebilecek marka müze ve müzelerine sahip olmamız sonucuna götürebilecekken, “müzelik” sıfatını dilimize çağ dışılığın eş anlamlısı olarak sokan zihniyetinden arınacak kültür ve eğitim düzeyine yaklaşmamız da bu süreci kuşkusuz olumlu etkileyecektir.

     Günümüzde henüz bir müzeye sahip olmamakla birlikte marka müzesi bilincine erişmiş işletmeler/markalar, en azından düşüncede ve birikimde marka müzelerini hayal etmeye başlamalı; uzun vadeli planları içerisinde marka müzelerine yer vererek uygulamaya koymalıdır.

*Bu yazı The Brand Age Mart 2013 sayısında yayınlanmıştır.




Hiç yorum yok: