Bir
müze düşünün… 4 boyutlu tiyatroya; Andy Warhol ve Steve Penley gibi ünlü
sanatçılar tarafından gerçekleştirilmiş Pop Kültür Galerisine sahip olsun. Bebeği
olanlar için bebek arabası, ihtiyaç duyanlar için tekerlekli sandalye, körler için
kabartma yazılı kılavuzlar ve motorlu scooter hizmetleri ile her kesimi
düşünürken, fotoğraf ve video çekimini özgür bırakarak geleneksel müzecilik
tabularına kafa tutsun. Yılda bir milyon üzerinde ziyaretçiye ev sahipliği yapması
şaşırtıcı olmazdı herhalde!
Evet, genelde toplumun sınırlı bir kesimine hitap eden müzeleri böylesi bir yaşam alanı ve arzu edilen mekanlar haline getirmek, müzeciliğe ancak bir marka dokunuşu ile mümkün olabilirdi.
Yukarıda
sıralanan hizmetler, Coca-Cola’nın Atlanta’daki World of Coca-Coca adı altında
hizmet sunan müzesine ait. Coca-Cola’nın
yanı sıra Harley Davidson’un 110 yıllık tarihi bir serüvene götüren müzesi;
1991 yılında kurulmuş olmasına rağmen köklerinin 1845 yılına uzandığını
Nationale-Nederlanden ve NBM Postbank Group bankalarının devamı olmasına
dayandırdığı ING Bank müzesi; özellikle ihtişamlı bir tasarıma sahip mimari
yapılarıyla adlarından çokça söz ettiren Porsche, BMW ve Mercedes müzeleri;
marka müzeleri denildiğinde ilk akla gelenler.
Kültür Birikimi ve Yeni Değerler…
Tarihte
ilk olarak, eski kitapların korunup, sunulduğu mekân olarak doğan müze kavramı,
zaman içerisinde arkeoloji müzesi, coğrafya müzesi, güzel sanatlar müzesi,
bilim müzesi, sanat müzesi olarak
çeşitlenirken, günümüze yaklaşıldığında oyuncak müzelerinden, su altı
müzelerine uzanan birçok özel alana konu olmaya başladı.
Kuşkusuz, müze söz konusu olduğunda, merkezde
“kültür ve değerler” yer alıyor. Bir ülkenin sembol olan öğelerinin oluşturduğu
kültürün bu parçaları arasında; doğa güzellikleri, kitapları, sanat eserleri,
bilimi, tarihi yapıtları arasında artık o ülkenin markaları da yer almakta.
Günümüzde ekonomi ve iletişimin gelişimi paralelinde ülkeleri bir birinden
ayıran sınırlardan yalnızca coğrafi ve siyasi sınırların kalmış olması,
ülkelerin kendilerini markaları ile öne çıkarması, markaları ile farklılaşması
sonucunu doğuruyor. Kısacası artık markalar, ticari değerlerinin çok daha
ötesinde değerlere sahipler. Müziği ile dünyayı kasıp kavuran, filmleri ile tüm
ülkelerde gişe rekorları kıran ülkelere bakın; dünyanın en büyük markalarına da
sahip olduklarını göreceksiniz ve inanın bu basit bir rastlantıdan çok daha öte
bir gerçek.
Pazarlamanın/markalaşmanın
sihrini, diğerlerinden önce keşfederek günümüzün büyük markalarını yaratan
ülkeler, bugün bu markaları ile övünüyor ve neredeyse bayraklarına olan
bağlılıkları boyutunda markalarına sahip çıkıyorlar. Sahip olunan bu değer ve
gücün, kendileri de ziyadesi ile farkında olan markaların, bu gücü ve
getirilerini koruma çalışmaları, pazarlama planlarının içerisinde önemli bir
yer tutuyor. İşte, gerek ekonomik gerekse de kültürel güçlerini korumak, bu
zenginliklerini gelecek nesillere taşımak isteyen markaların, müzeciliğin
etkilerinden yararlanma isteği Marka Müzelerinin doğuş hikâyesini
anlatıyor.
Haydi, Müze İnşa Edelim…
Markaların,
milyon dolarlık harcamalara konu olan bu müze yatırımları elbette boşa değil.
Kurumsal imajın güçlendirilmesi özelinde markaların müzecilik faaliyetlerinden
beklediği faydayı özetleyebilecek olmakla birlikte, marka müzelerinin faydaları şu şekilde maddeleştirilebilir;
- · Kurumsal imajı güçlendirmek;
- · Köklü geçmişini vurgulayarak yıkılmaz kale imajı vermek,
- · Varlık nedeninin ticari boyutun ötesinde olduğu, hatta bir dünya mirası imajı vermek,
- · Marka nostaljisi yaratmak,
- · Rakiplerinden daha güvenilir olduğunu algılara yerleştirmek.
Elbette,
bir markanın dokunduğu konu ne olursa olsun, “kar amacı” asla yadsınamaz.
Müzecilik faaliyetlerine yapılan yatırımlar da özellikle uzun vadede ekonomik
getirilerin en azından korunması amacına hizmet eder. Köklü geçmiş ile
sürekliliğini vurgulayan ve sürekliliğine yatırım yapan markanın en yalın
haliyle sürekliliği, ekonomik faaliyetlerin/getirilerin de devamıdır. Yılda bir
milyon üzerinde ziyaretçi çeken müzenin ortalama 15 dolar olan giriş ücretinin
yıllık ciroya olan 15 Milyon Dolar’lık katkısından (ki müze içerisindeki minyatür
ürün, hediyelik eşya satışından restaurant hizmetlerine uzanan satış
noktalarındaki hâsılatlar da en az bir o kadardır) ise bahsetmeye gerek yok
sanırım!
İmaj ve Güven…
Bugün
bir marka müzesine sahip olan markalara baktığımızda, kurumsal imajın
diğerlerine göre çok daha önemli olduğu otomotiv sektörünün oyuncuları ile
güven unsurunun çok daha önemli olduğu finans kuruluşlarının ön planda olması,
müzeciliğin imaj ve güvene olan yüksek katkısının göstergesidir. Yine aynı
markaların sahip oldukları ölçek ekonomisi, marka müzesi yatırımı
gerçekleştirebilmenin zihniyetten öte belirli bir güce sahip olabilme
gerekliliğinin de unutulmamasını gerektirir.
Pazarlama Farklılaştırır…
Girişte
yazımın başında da vurguladığım üzere, markaların
yüksek pazarlama bilinci ise, marka müzelerinin diğer geleneksel müzeler
karşısındaki avantajı olarak karşımıza çıkıyor. Geleneksel müzelerin önemli
sorunlarından olan “depo haline gelmek” riski, marka müzeleri için çok fazla
söz konusu olamıyor. Bir arkeoloji müzesinin, tarihi buluntulardan oluşan bir
depo görünümüne girmesi bazen önüne geçilmesi güç bir sorun olurken, marka
müzeleri bir yaşam merkezi; yaşayan bir mekân olmada uzmanlar. Günümüz
müzeciliğinin en önemli hedeflerinden olan “yaşayan müzecilik” anlayışına, yine
en iyi markalar ulaşıyor.
Peki ya biz..?
Ülkemize
geldiğimizde ise marka müzeciliğinden şatafatlı sözlerle bahsedebilmek mümkün
değil. İş Bankası’nın 1928-2004 yılları arasında Yenicami Şubesi olarak hizmet
veren şubesini dönüştürdüğü; 500 bini aşkın dijital ortama aktarılmış belge,
Atatürk’ün İş Bankası hisseleri ve eski bankacılık aletlerinin sergilendiği müzesi
dışında gerçek anlamda bir marka müzesine sahip değiliz. Rahmi Koç Müzesi ve
Eczacıbaşı’nın sanal müzesi, konumuz olan marka müzelerinden uzak yapıdaki
müzeler. İşletmenin küçük bir köşesinde sergilenen eski ürünler ritüeli de,
iyimser bir bakış açısında en iyi ihtimalle müzecilik zihniyetinin kıvılcımı
olarak kabul edilebilir. Kısacası, ülkemizde henüz markaların müzecilik ile
olan ilişkisi, markaların geleneksel müzelere olan yatırımları/sponsorlukları
boyutunun ilerisine gidememekte. Gerek markalaşma konusundaki gelişimimizin
yakın bir geçmişe sahip olması ve gerekse dünyadan örnekler sunduğumuz markalar
gücünde bir markaya “henüz” sahip olmayışımız ülkemizdeki marka müzesi
boyutunun ana nedenlerini ifade edilebilecek olmakla birlikte, toplum olarak
müzecilik bilincimizdeki olumsuzluklar da göz ardı edilmemelidir. Son yıllarda
önemli gelişim gösteren markalarımıza hem toplum, hem pazarlama çevresi, hem de
devlet/millet boyutundaki desteklerimizle büyümelerinin devamlılığını
sağlamamız, ilerleyen yıllarda bizi de görkemli ve dünyanın her yerinden
ziyaretçi çekebilecek marka müze ve müzelerine sahip olmamız sonucuna götürebilecekken,
“müzelik” sıfatını dilimize çağ dışılığın eş anlamlısı olarak sokan
zihniyetinden arınacak kültür ve eğitim düzeyine yaklaşmamız da bu süreci
kuşkusuz olumlu etkileyecektir.
Günümüzde henüz bir
müzeye sahip olmamakla birlikte marka müzesi bilincine erişmiş
işletmeler/markalar, en azından düşüncede ve birikimde marka müzelerini hayal
etmeye başlamalı; uzun vadeli planları içerisinde marka müzelerine yer vererek
uygulamaya koymalıdır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder