Bu Blogda Ara

4 Mart 2017 Cumartesi

Haklı Olmanın Dayanılmaz Ağırlığı

Etrafımızda birçok insan var ve dijital dünyanın genişlettiği etraf, bu insan sayısını da katlayıp götürüyor. Direkt iletişimde olduklarımızdan, iletişim araçlarının nimetleri ile eninde sonunda maruz kalmak zorunda olduklarımıza kadar yüzlerce, belki binlerce insan… Haliyle çok çeşitli zihinlerle, kişiliklerle karşılaşıyoruz. Ama bu çeşitliliğin bir çelişkisi var; farklı ama (hemen) hepsi “haklı” olan insanlar.
Önce etrafınızdaki haklı insan sayısını bir düşünün, sonra haksız olduğunu kabullenen birini hatırlamaya çalışın…
Peki, nasıl bu kadar haklı olabiliyoruz? Neden haklıyız? Ve en merak ettiklerimden; insan kaç yaşından sonra haklı olmaya başlıyor? Bu kadar haklı olacak bilgiyle ne ara donanıyoruz? Ya da haklılık söz konusuysa bilginin canı cehenneme mi? Düşüncelerimize, kültürümüze, doğrularımıza olan bu sıkı sarılış iyi bir şey mi?
İnanmak başarmanın yarısı belki ama yanılmanın da tamamı bazen... 

Beringer'in taşlarından bazıları.
(Kaynak: http://bit.ly/2lIvQ43)  
Würzburg Üniversitesi’nde dekanlığa kadar yükselmiş bir akademisyen olan Johann Beringer, 1724 yılları civarında arkeolojiye merak salıyor. 1725 yılının Mayıs’ında Beringer’in arkeolojiye olan ilgisini bilen bir grup genç ona üzerlerinde solucanlara ve güneş ışınlarına benzeyen işaretler bulunan taşlar getiriyor. İlgisini çekince taşların peşine düşmesi ardından Beringer, Eibelstadt yakınlarında bir dağda üzerinde hayvan figürleri bulunan başka taşlara da ulaşıyor. Hayvan benzeri figürlerin doğal yollarla oluşabileceğine ihtimal vermekle birlikte Güneş, Ay ve Yıldız gibi figürlerin gerçekten pagan bir kültürün kalıntıları olup olamayacağı aklını biraz meşgul ediyor. Fakat bir süre sonra üzerinde “Yehova” yazan başka bir taş bulduğunda bu taşların olsa olsa Tanrı tarafından işlenmiş taşlar olabileceğine inanıyor.
Üniversitede beraber çalıştıkları Coğrafya ve Matematik profösörü J. Ignatz Roderick ve özel kalem müdürü Georg von Eckhart ise, Beringer’in taşların gerçek olabileceğine olan bu inancı karşısında hayretler içerisindeydiler. Aslında bu hayretleri, Beringer’in inanışının bilimle olan tezatlığında değildi. Bu taşlar, Beringer’in çok kibirli ve kendini beğenmiş tavırları nedeniyle bu iki meslektaşı tarafından ona bir ders vermek amacıyla oluşturulan taşlardı! Beringer’in taşları gereğinden fazla ciddiye alması ardından Beringer’i öncelikle üzerine Tanrı’nın adı yazılı taşla uyandırmaya çalıştılar. Ancak bu da işe yaramadı. Beringer bu işaretlerin Tanrı tarafından işlenmiş olduğu haklılığını koruyordu.
Beringer’in bu taşlar üzerine bir kitap yazmakta olduğunu ve bu kitap için taşların çizimini yapacak bir gravürcüyle anlaştığını öğrenmeleri ardından Roderick ve Eckhart suçlarını itiraf etmeye karar verdiler. Ancak Beringer haklı olduğundan o kadar emin ki, bu itirafın meslektaşlarının kendisini kıskanmaları ve başarısına engel olmak istemeleri nedeniyle uydurdukları bir itiraf olduğuna inanmıştı. Ve 1726 yılında Beringer “Lithographiae Wirceburgensis” adlı kitabını yayınlayarak bu taşları ve üzerindeki figürleri anlattığı eserini literatüre kazandırdı!
Beringer’in meşhur kitabı /
 Latince olsa da son 20 sayfasını taşların resimlerine
ayırmış olması incelemeye değer kılıyor!
Kitap yayınlandıktan kısa bir süre sonra ise Beringer her ne olduysa arkadaşlarının itirafının gerçek olabileceğine ihtimal veriyor ve onurunu kurtarmak adına konuyu mahkemeye taşıyor. (Ayrıca itibarını korumak adına piyasadaki tüm kitapları kendisinin aldığına yönelik bir iddia da mevcut.) Mahkemenin nasıl sonuçlandığına yönelik kesin bilgiler bulunmamakla birlikte Eckhart’ın istifa ettiğinin ve Roderick’in Würzburg’u terk ettiğinin kesin olarak biliniyor olması kararın Beringer lehine olduğunu gösteren güçlü sonuçlar olarak görünüyor. Her ne kadar mahkemeden zaferle çıksa da, yaşadığı dönemden neredeyse 300 yıl sonralarında, 2000’li yılların kitaplarında(*) bile kendisine “yalancı taşlara inanmış keriz” olarak yer buluyor Beringer! Haklılığından emin olmak hatasının bedelini ağır ödüyor… (Aslında yeri gelmişken önemli bir hatayı da konuyu mahkemeye taşıyarak ve piyasadaki tüm kitapları toplatmaya çalışarak yaptığını belirtmekte de fayda var. Streissand Etkisini çalştırıyor bu panik haliyle Beringer ve 300 yıl önce piyasadan toplamaya çalıştığı kitabına bugün şuraya bir tık kondurmamız ile ulaşmamızı sağlıyor!)
Ama biryandan baktığınızda ise Beringer’in “inanmışlığı” en azından kendisine verdiği zarar ile sınırlı kaldı denilebilecek bir yanılgı. Kuşkusuz bu benzeri haklı olunduğu konusundaki kararlılığın çok daha tehlikeli boyutları var. Mesela deri pantolonlu üstü çıplak insanların sokaklarda ulu orta sapıklıklar yaptığı rüyasının kameralara yansıdığını, bunu kendi gözleri ile gördüğünü savunan insanlar olabiliyor! Bu hikâyeyi (hemen) hepimiz bildiği için başka bir hikâyeye yer vereyim, Yüzbaşı Alfred Dreyfus’un hikâyesine…
1894 yılı, Paris’teki Alman Büyükelçiliğinde hizmetli olarak çalışan (aslında Fransız gizli servisine bağlı) bir kadın, çöp sepetinde bulduğu parçalanmış kâğıtları bir araya getirir ve imzasız bir mektup olan bu kâğıdı merkeze gönderir. Alman askeri ataşesine yazılan bu mektupta Fransa’ya ait bilgilerin verilmesi vaadi bulunmaktadır. Fransız Genelkurmayı hızlıca soruşturma başlatır. Kısa sürede en olağan şüpheli olarak Yüzbaşı Alfred Dreyfus ön plana çıkar. Aslında Dreyfus’un sicili temizdir ve başarılı da bir subaydır. Fakat mektuptaki el yazısının Dreyfus’un el yazısına benzediği iddia edilir.
Elbette sadece bu benzerlikle yetinilmez! Dreyfus’un dairesine gidilip casusluk işaretleri için delil aranır ancak herhangi bir şey bulamayınca Dreyfus’un suçlu olması yanı sıra delilleri bulunamayacak şekilde saklamayı beceren bir sinsi olduğuna da kanaat getirilir.
Yine elbette bu kadar “kesin” işaretlerle de yetinmediler! Geçmişine kadar gittiler. Öğretmenleriyle konuştular ve okulda yabancı dillere olan ilgisini öğrendiler ki, daha küçük yaşlarda ileride yabancı devletlerle gizli anlaşma motivasyonunda olduğunu keşfettiler. Ayrıca öğretmenlerinin Dreyfus’un çok iyi olan hafızasıyla meşhur olduğunu söylemeleri, bir casusun sahip olması gereken özellikleri taşıdığını da pekiştirmişti.
Ve duruşma sonucunda Dreyfus suçlu bulundu.
(Bu arada “küçük bir not” olarak Alfred Dreyfus’un fazlaca Musevi karşıtı olan Fransız ordusundaki bu rütbede bulunan tek Musevi subay olduğuna da yer verelim!)
Dönemin Fransız gazetelerinde Dreyfus’un rütbelerinin sökülüp,
 kılıcının ikiye ayrıldığı anın resmedilişi
Kaynak: 
http://bit.ly/2lID1Jt
Duruşmadan suçlu olarak çıkan Dreyfus önce meydana götürüldü ve rütbelerin sökülüp, kılıcının ikiye ayrılması ritüeli yerine getirildi. Sonrasında, Güney Amerika kıyılarındaki Fransız Guianasına bağlı Şeytan’ın Adasında müebbet hapis cezasını çekmeye başladı.
Dreyfus burada Fransız hükümetine defalarca yeniden yargılanması için mektuplar gönderdi, suçsuz olduğunu, davayı tekrar açmalarını istedi. Ancak, Fransız hükümeti için suç sabitti ve dava kapanmıştı. Hükümet bir yana diğer subay arkadaşları da Dreyfus’un suçlu olduğu konusunda eminlerdi. El yazısı benzerliği, küçüklüğündeki dil öğrenme hevesi, güçlü hafıza ve arkasında delil bırakmamış olması, Dreyfus’un bugüne kadarki başarılarının da, temiz sicilinin de önündeydi onlar için! Ya da aralarındaki tek Musevi oluşunun!?
Ama arkadaşlarından biri bir süre sonra “acaba” diyebildi. İftira olabilir miydi? Gerçekten onu mahkûm eden gerekçeler yeterli miydi? Bu şüpheci, Albay Picquart’tı. Aslında Picquart da bir Musevi karşıtıydı ve duruşma sırasında Dreyfus’un suçlu olduğuna inananlardandı. Onu bu şüpheye götüren kendi iç muhakemesinden çok, o dönemde Emile Zola’nın Dreyfus’un yaşadıkları üzerine L’ Aurore gazetesinde “Suçluyorum” başlığı ile Cumhurbaşkanına yazdığı açık mektup olmuş olabilir. Genel Kurmay Başkanını ve diğer subayları görevlerini kötüye kullandığını iddia eden bu açık mektup, sonunda Zola’nın orduya hakaretten mahkum edilmiş olmasıyla sonuçlansa da Dreyfus açısından yarattığı farkındalık ile başarılı olmuş sayılabilir. Aslında dahası da var, Picquart’ı bu şüpheye götüren, kendilerini suçlayan Emile Zola da olmayabilir. Çünkü Dreyfus’un hapse atılması ardından casusluğun halen devam ettiğinin öğrenilmesi de bu haklı şüphenin nedeni olabilir!
En nihayetinde Picquart bu şüphesini somut adımlara taşıdı, bulunan casusluk mektuplarındaki yazı ile el yazısı uyuşan başka bir subayı keşfetti. Dreyfus’un el yazısından çok daha benzeri olan bir el yazısı. Bu tespitini üstlerine taşıdığında ise üstleri, Dreyfus’un yazısını taklit edebilen bir başka casus daha bulduğunu, casusluğa Dreyfus’un bıraktığı yerden onun devam ettiğine karar verdiler! Ama Picquart yılmadı ve 10 yılını alsa da Dreyfus’u temize çıkarmayı başardı. Ve bu 10 yıl içerisinde kendisi de orduya itaatsizlikten hapse girme bedelini ödemiş olmasına karşın…
Gerçek suçlu olan Binbaşı Easterhazy’di. Picquart’ın bu savaşı sonunda suçunu itiraf etti ve gönderildiği hapishanede intihar etti. Dreyfus’un suçsuzluğu ispatlandığında yıl 1906 olmuştu. 12 yıl önce sökülen rütbeler aynı meydanda yapılan törenle yerine takıldı. Birinci Dünya Savaşında da ordusuna hizmet etmesi ardından emekli olan Dreyfus, 1935 yılında Paris’te vefat etti.
Gerek Beringer gerekse Dreyfus hikâyeleri üzerinden birçok teorik cümle kurulabilir, çıkarımlar yapılabilir, tavsiyeler sıralanabilir. Ama sanırım bu hikâyeleri okuduktan sonra bunlara çok gerek yok. Yazıyı uzatıp gitmektense burada bırakmak daha faydalı olacaktır. Yine de böyle bir ihtiyaç hissederseniz, Julia Galef’in yine Dreyfus örneği üzerine kurguladığı “Haksız Olduğumuz Halde Neden Haklı Olduğumuzu Düşünürüz” adlı aşağıdaki konuşmasını tavsiye edebilirim. İzlemeyecek olanlarınız içinse Galef’in videonun sonundaki sorusunu da buraya bırakmak isterim: "Kendi inançlarınızı mı savunmayı istiyorsunuz yoksa dünyayı olabildiğince berrak bir şekilde görebilmeyi mi?"
Kaynaklar:

Hiç yorum yok: