Tahrip edilen doğa, sağlık
problemleri, eğitimden yoksun kalan çocuklar, şiddet gören kadınlar… Dünyanın bin bir derdinden sadece bazıları. Bu
dertlerle mücadele; huzurlu toplum düzenini sağlamak için, devletlerin ve Sivil
Toplum Kuruluşlarının en önemli uğraş alanı. Ancak iç içe yaşadığı toplumun
huzuru ile ilgili kendini sorumlu hisseden yalnızca devlet ve STK’lar değildir.
Toplumun gerçek kişileri arasına karışmış marka kişilikleri de sağlıklı ve huzurlu
bir toplum içerisinde var olmak isterler.
Bugünün sorunlarını çözmek,
gelecek nesillere daha yaşanabilir bir dünya bırakabilmek uğraşında sorumluluk
hisseden markalar, sosyal sorumluluk kampanyaları ile karşımıza çıkar. Eğitim
hakkına erişemeyen çocuklara, dünyanın zenginliklerinden kendisine pay
edinemeyenlere, ailesinde şiddet görenlere yardıma hazır olan bu markalar, kültür
ve sanat yatırımları ile de toplumsal fayda çıtasını olabildiğine yükseltmek
için çabalamaktadır. Elbette birincil var oluş nedeni kâr olan markaların, bu
sosyal sorumluluk projelerinin içerisinde de (samimi ve samimi olmayanlar
olarak ayrılmakla birlikte) bir nebze de olsa yine kazanç düşüncesi olduğunu
unutmamak gerekir. Elbette bu gerçek, sosyal sorumluluk projelerinin değerinin
ve gerekliliğinin önemini azaltmaz.
Markaların imzasını taşıyan soysal
sorumluluk projeleri, kesinlikle toplum adına yadsınamaz değerdedir. Birçok
gerçek kişiden daha bilinçli kişiliklere sahip markalar, sahip oldukları
ekonomik ve kültürel ölçeklerinin de etkisi ile yaşam standartlarına çok önemli
katkılar sağlayabilme, yön verebilme gücündedir. Günümüzde, gerçek kişilerin de
ötesinde birçok devletten dahi daha güçlü yapıları bulunan markalara sahibiz. Bu
markaların imza attığı ve mükemmel sonuçlar elde ettiği sosyal sorumluluk örneklerin
de hemen hepimiz farkındayız. Çok küçük bir sanal tarama bile yüzlerce örneğe
ulaşmanızı sağlayacaktır.
Ancak sosyal sorumluluk sahibi
olmak ile ahlaklı olmanın karıştırıldığı, belki daha doğru ifadesi ile ikisinin
aynı şeyler olduğunu düşünme yanılgısında olunduğunu da görüyoruz çoğu zaman. Sosyal
sorumluluk bilincinde olmak çok güzel bir hissiyat olmakla ve ahlaka yakın
yerlerde gezmekle birlikte, asla tek başına ahlaklı olmak anlamına gelmez.
Bir yandan eğitime yatırım
yaparak ülke istihdamına katkıda bulunurken ve bu yatırımlarını dört bir yana
göğsünü gere gere anlatırken, en küçük bir fırsatta gizlice işçi çıkaran
markanın ne kadar ahlaklı olduğunu söyleyebiliriz?
Çalıştırdığı kişiler ile bir
aileye geçim sağlama huzur ve mutluluğunda olmak yerine, işçiyi maliyet olarak
gören zihniyetin ahlakını hangi sosyal sorumluluk projesi parlatır?
Eğitim hakkına kavuşturmaya
çalıştığı çocuklar için yaptığı yatırımları, gözleri nemlendiren reklamları ile
yüreklerimize işleyen markanın, daha yüksek kâr uğruna dünyanın bir başka
ucunda çocuk işçi çalıştırmasındaki ahlakı, sosyal sorumluluğun neresinde
bulabiliriz!
Ya da en basit haliyle vergi kaçıran
bir zihniyet, sosyal sorumluluk harcamaları kaçırdığı vergi tutarına ulaştığı
zaman mı ahlakta başa baş noktasını yakalar?
Aslında para&ahlak ilişkisindeki
çarpıklık, günümüzde yalnızca markaların sorunu değil. Gerçek kişiliklerde de
sıklıkla boy gösteren bir sorun halinde. Toplumsal ahlaka aykırı bir eylem ile
suçlandığında, yardım ettiği fakirleri ya da elini uzattığı bir muhtacı savunma
aracı olarak kullananlara örnek bile vermeye gerek yok sanırım. Etrafımız bu
insanlarla, daha da vahimi bu insanlara çanak tutan kitlelerle dolu;
basınından, sivil toplum kuruluşlarına…
Ahlakı şekillendiren vicdanı, paraya
tabi hale getirdiğinizde, ahlak ve iyiliği yanlış tanımlamaya başladınız
demektir. Para ile rahatlatılan vicdanların çoğaldığı bir ortamda, ahlaka yer
yoktur.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder