Bu Blogda Ara

Kitap tanıtım etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Kitap tanıtım etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

11 Mart 2018 Pazar

Konuşa Konuşa Ağaçlar, Koklaşa Koklaşa...

Aynen böyle... Konuşuyorlar, koklaşıyorlar, göç ediyorlar, sevinip, korkuyorlar. Çok tanıdık ama bir o kadar da yabancı komşu uygarlık ağaçlar ile ilgili enfes gerçeklere hepimizin ihtiyacı var. Buradan devam lütfen: https://medium.com/türkiye/tanısan-seversin-aslında-a81ec2d03b4b 

14 Ekim 2016 Cuma

Pürüzlü Mükemmellik!

“William Chester Minor, Yale Üniversitesi’nde tıp okudu. Genel cerrah olarak mezun olur olmaz, Amerikan İç Savaşı’nda yüzbaşı olarak görev aldı. Kendi askerlerini ameliyat edip hayatlarını kurtarmanın yanısıra, Minor’un bir başka görevi ise düşman askerlere işkence yapmaktı. Amerikan İç Savaşı sürecinde gördüğü, yaptığı ve yaşadığı şeyler, onun akıl hastalığına yakalanmasının ana nedeniydi. Şizofreni belirtileri göstermesi nedeniyle, askeriye onu, tedavi için bir hastaneye gönderdi ve sağlık durum değişmeyince, Minor’u askerlikten attı.
Cerrah Doktor William Minor, askerlikten atıldıktan sonra İngiltere’ye yerleşti. Londra’da şizofreni paranoyası yüzünden, evine hırsız olarak girdiğini sandığı birini öldürdü.
William Minor, işlediği cinayetin cezasını çekmek icin, hapishane yerine, akıl hastası olduğu teşhisiyle bir akıl hastanesine kapatıldı.
Birkaç yıl sonra, eline tesadüfen geçen bir ilan sayesinde, Profesör Murray isimli birinin, İngilizce sözlük yazmak için gönüllü kişiler aradığını öğrendi ve bu projede görev almak için, Profesör Murray’la temasa geçti.
Dr. Minor ve Prof. Murray sözlük projesinde birlikte çalışmalarına rağmen, 7 yıl sonra ilk kez yüz yüze buluştular. Kısa zamanda çalışma arkadaşlığı yakın dostluğa dönüştü ve bugün bizlerin çok iyi bildiği Oxford İngilizce Sözlük gibi bir başyapıt, bu iki kişinin ortaklığı sonucu doğmuş oldu.”
Yukarıdaki alıntı, mehmet dogan’ın medium’da yer alan onlarca harika derlemelerinin birinde yer alan hikayelerinden... Şuradan tamamına ulaşabileceğiniz, bu hikayenin de yer aldığı yazısında bahsettiği ortaklıklardan birine de beraber imza atma şansına/onuruna sahip oldum.
Fikri ve hatta altyapısı hazır harika bir konuyu kitaplaştırma yolculuğuna çıktığında, yanına beni de almak istemesi, hayatımın en güzel yolculuklarından birine çıkmak üzere olduğumu hissettirmişti… Ve bugün geldiğimiz noktada da yanılmadığımı gösterdi. Hayatıma kattığı bu güzel anlam, yaşattığı keyif ve öğrettikleri için mehmet dogan’a olan minnetim sonsuz…
Friksiyonomi ismi ile yola çıktığımız ancak Olcayto Cengiz’in isim babalığı ile çok daha yakışan “Pürüzlü Mükemmellik” ismi ile sonlandırdığımız bu kitapta, “insan doğasının az bilinen ve kolektif davranış biçimi içinde yer alan küçük bir tuhaflıktan” bahsediyoruz. Pürüzsüz bir sürecin/ürünün yaşadığı hayal kırıklıklarını ya da bilerek konulan tümseklerin/pürüzlerin süreci/ürünü ne kadar mükemmelleştirebildiğini anlatıyoruz. Kimi zaman bizden ama çokça dünyadan yaşanmış hikayelerle anlatıyoruz hepsini… Aslında bu yüzden de sadece pazarlama çevresine değil, hikayeleri, ilginç bilgileri/gerçekleri seven herkese hitap eden bir hal alıyor kitap. Elbette kusursuz bir kitap değil, içerisinde pürüzler olan bir kitap. Tıpkı hayatımızda olduğu -ve belkide olması gerektiği- gibi!
Gerek girişteki hikayenin dili ile, gerek yukarıdaki linklerle; kitap hakkında oldukça iyi ipuçları vererek, bu bizim için oldukça mutlu/heyecanlı haberi sizlerle paylaşmış olmak istedim. Bizim bir yılı aşkın süredir devam eden keyifli yolculuğumuz son durağına geldi artık. Şimdi, sektörün en değerli ve güzel gemilerinden MediaCat ile yeni limanlara açılmak; bize verdiği keyfi o yeni limanlara taşımak için yola çıkmak üzere. Umarım uğradığı her bir limana keyif verir, fayda sağlar…
Satırlar arasında görüşmek üzere*!
http://www.mediacatonline.com/puruzlu-mukemmellik/

21 Mart 2015 Cumartesi

Yazı Tipi: Göründüğünden Çok Fazlası

Geçtiğimiz bir-kaç yıl önce, kendisi de bir yazı tasarımcısı olan Cyrus Highsmith adlı bir New Yorklu, bir günü Helvetica'sız geçirmeye karar verir. Helvetica yazı tipiyle yazılmış bir şey görünce gözlerini kaçıracaktır, onun ile yazılmış herhangi bir şey ile bir araya gelmeyecektir. Cyrus, daha güne başlarken etiketleri Helvetica ile yazılı giysileri yüzünden önce giyinmekte zorlanır. Bu zorluk askeri kıyafetlerle çözülebilecek kadar sıkıdır. Kahvaltıda japon çayıyla meyve yemek zorunda kalırken her gün yediği yoğurttan uzak durmak zorundadır. Tablolarında Helvetica kullanan New York Times'ı okuyamaz. Metroya binemez Cyrus, Helvetica'sız bir otobüs bularak işe onunla gider. İşteki bilgisayarından Helvetica'yı silmiş olsa da internette gezinebilmesi de mümkün olmamış. Yeni Amerikan dolarında ve üstüne üstlük kredi kartlarında da Helvetica kullanılmış olması günün dışarıda geçen kısımlarının ne denli zor geçtiğini anlamak için yeterli. Kumanda üzerindeki Helvetica, günün akşamında da Cyrus'u televizyondan uzak tutarken, gün Electra yazı tipiyle yazılmış The Long Goodbye adlı romanla son bulmuş. 
Dünyanın İlk Fontu: Textura /Gutenberg'den

Gutenberg'in 1447 yılında yazı baskısını buluşu ardından "kişiye özel" niteliğini standartlara bırakmaya başlayan yazı, bugün el yazısından vazgeçilmesi noktasına uzanan kalıpların içerisinde. Ancak, kitaplarda, tabelalarda, filmlerde, internette, kısaca her yerde olan yazı, Gutenberg ve devamında erişilebilirliği ile bir standart içerisinde duruyor. Çeşitlilik olarak, 26-29 harf ekseninde oluşan yazılar binlerce farklı çeşidi ile insanlığa hizmet ediyor. 

İlişki içerisinde olunacak bir insan için "içi güzel olsun, tipi çok da önemli değil" inancı samimi olduğu noktada yazı tipi için de geçerli olsa da, yazının tipi (aslında aynen insanda da olduğu gibi!)  çok şey ifade ediyor. Çok şey ifade ettiği noktada tipograflar uzun yıllardır uğraş verirken, bunu yalnızca bir estetik duygusuyla değil, hayat standartlarının iyileşmesinden, iletişimin etkinliğine bir çok kaygı ile yapıyorlar. Vardıkları sonuçlar ve başarıları, diğer insanların, şirketlerin, markaların, devletin, sivil toplum kuruluşlarının ve daha onlarcasının da yazı tipinin gücünü keşfetmelerini sağlıyor ve tipografiyi onların da ilgi alanları içerisine sokuyor. Örneğin bugün disleksi hastası çocuklarla ilgilenenlerin Trebuchet ve Comic Sans yazı tiplerini tercih etmesi bir tesadüf değil. Bu yazı tiplerinin, disleksi hastası çocuklar için rahat ve tehditkar olmayan berraklığı ile diğer sert ve daha geleneksel fontlardan çok daha iyi geldiği anlaşılmış. 

Benzeri faydalar sağlayabilmek adına yazı tipleri üzerinden testler gerçekleştiriyor insanlar. 1940 yılında yazı tipi okunaklılığı için yapılan göz kırpma testi de bunlardan biri. Laboratuvar koşullarında "hastaya"(okura) aynı metnin değişik yazı tipleriyle sunulduğu koşullarda istemsiz göz kırpmaların bir el sayacı ile sayılması ile yapılan ölçüm, insanlara direkt olarak hangi yazı tipini daha okunaklı bulduklarını sormaktan çok daha doğru sonuçlar vermiş. Bu testlerde (hemen) her zaman en iyi sonucu veren yazı tipleri Bembo, Bodoni ve Garamond olmuş. Bir yere not etmekte fayda var! 

İnsanların hayatını kolaylaştırmak adına böylesine çalışmalar tek kelimeyle harika hissettiriyor. 

24 Eylül 2009 Perşembe

Saatsiz Ülke

Zaman zaman bloğumdan beğendiğim kitapları tavsiye ederim; gerek bir konunun içinde gerek se direkt tavsiye ile. Uzun zamandır böyle bir tavsiyede bulunmadığımı farkettim. (Belki son zamanlarda eskisi kadar okuyamamanın da getitdiği bir sonuç olabilir!!!)

Şiddetle tavsiye ettiğim kitaplardan biri de Zamanya'ydı hatırlarsanız. Geçenlerde Zamanya'nın devam serisi olan Saatsiz Ülke'yi okuma fırsatı buldum. Ekşi sözlükte hem fikir olunan nokta olan "ne ara başladım ne ara bitti" özetli akıcılığı kitabın mükemmelliğinin en iyi göstergesi. Kendinizi olayların içinde buluyorsunuz ve anı yaşadığınızı hissediyorsunuz. Hatta belki benim gibi kitabın kahramanlarından birine bile bürünebilirsiniz. Keyifli vakit geçirmek istiyorsanız şiddetle tavsiye ediyorum. Zamanya'yı okumuş olanların kaçırdığını zaten düşünmüyorum ama Saatsiz Ülke'yi okuyanlarında Zamanya'ya geri döneceğine eminim. Hatta benden Saatsiz Ülke okur adaylarına bir tavsiye: Önce Zamanya'nın sonra Saatsiz Ülke'nin keyfine bakın...

"Twilight" çılgınlarının serinin yarıda kalan 5. kitabının peşinde olduğu şu günlerde Zamanya çılgınları olarak serinin 3. kitabını bekleyenler olarak biz de hiç az değiliz. :) Bu arada biraz daha bilgi alabilmek için Saatsiz Ülke'yi sanal alemde de bir ziyaret edin isterseniz...

22 Şubat 2009 Pazar

Hayallerin Bittiği Yerde Hayat da Biter.

İlköğretim ve lise dönemlerimizde ileriye dönük hedefleri olmayan, bir meslek hedefi belirlememiş veya böyle bir potansiyele sahip olmayan arkadaşlarımız “kaldırım mühendisi” unvanını hedeflerlerdi veya onlara bu meslek layık görülürdü. Aynı şekilde yine amiyane tabirle “bir baltaya sap olamamış” tabir edilen kişilere de aynı mühendislik unvanı verilirdi. Aslında söz konusu yergi halen daha güncelliğini korur. Aynı durumdaki kişilere “hayal mühendisi” denilseydi de kaldırım mühendisinin taşıdığı ruhu yansıtabilirdi sanırım. Denilseydi de diyorum çünkü günümüzde artık böyle bir sıfat yergi olmak bir yana ideal bir hedef olabilir.

Henüz ülkemize uğramamış olsa da Amerika başta olmak üzere batıda şahıslar için ciddi bir meslek, şirketler için ciddi bir departman olma konumundadır “hayaller”.

İnsanlığı başarılı kılan, teknolojiyi - yaşam kolaylığını, en gerçek ve genel ifadesi ile Dünya’yı ileriye götüren gerçek; hayallerdir: düşlenen ve gerçekleşen hayaller. Ait olduğu sınıf önemsiz olmaksızın en alttan en üste, kişinin yaşam mutluluğunun, elde ettiği başarıların temelinde de hayaller yatar.

Hayatımızın her alanında geçerli olduğunu yineleyerek iş dünyasındaki önemi ve yerinden bahsedelim. Malum, çalışma hayatına atıldıktan sonra insanoğlunun yaşamının büyük bir bölümü burada geçer, burada tükenir.

Bu yazımın çıkış noktası olan Mediacat yayınlarından çıkan ve Matthew Kelly tarafından kaleme alınan “Bana Hayallerimi Ver Sana Dünyaları Vereyim” adlı kitap iş dünyasında başarılı olmanın en güzel yöntemlerinden birini sergiliyor. Çalışanlarını elinde tutamayan, çalışan sirkülasyon hızı %400′lerde olan bir şirketin çalışanlarının hayallerine verdiği destekle bu oranı %20′lerin altına kadar düşürmeyi başaran ve bunun yanında cirolarını katlayan, her çalışanın şirketin bir satış kadrosu elemanı haline geldiği bir hikaye üzerine kurulu bu kitap.

Gerçekten, çalışılan şirkette kendini huzurlu hissetmek, kurumun bir parçası olmak, kurum kimliğini kendi kimliğin ile bağdaştırmak ve orayı bir aile olarak görüp gerek kurumun tüzel kişiliğiyle gerekse de kurum çalışanlarıyla olan bağları bu doğrultuda geliştirebilmek ve hissedebilmek hem şirket için hem çalışan için yaşanılası bir Dünya’nın önemli bir ayağını oluşturur: kısaca kazan-kazan durumu. Hatta böylesi bir ortamda faaliyet gösteren bir şirketin müşterilerinin de mutlu olacağını düşündüğünüzde: kazan-kazan-kazan… Bu ortamı sağlayabilmenin en güzel yollarından biri de hayallerin peşinden gitmek ve hayalleri peşindekilerin yanında olmak.

Söz konusu kitapta geçen hikâyede Admiral Janitorial Services şirketi, içinde bulunduğu sıkıntılı durumdan bir çıkış noktası ararken bu noktayı çalışanlarının hayallerini gerçekleştirmekte buluyor. İlk zamanlar başarısı konusunda şüpheli olan başta yöneticiler olmak üzere tüm çalışanlar ilerleyen aşamalardaki muhteşem değişimi gözlüyor ve bu akımın içerisine kendilerini bırakıyorlar. Hayallerin gerçekleştirilmesinin finansal boyutla olan sıkı bağından dolayı finans temelli bir profesyonelin şirkette “hayal yöneticisi” sıfatıyla işe alınmasıyla başlayan süreç hayaller ve bu hayallerin gerçekleşmesi ile birlikte muhteşem bir başarı öyküsüne dönüşüyor. Hayallerini gerçekleştirme gücü olmadığını düşünenleri bunun mümkün olduğuna inandırarak, hayalleri olduğunun farkında olmayanlara farkındalık sağlayarak, hayalleri peşinde koşanlara destek olarak ve ilerleyen zamanlarda çalışanların hayallerinin bir bir gerçekleştiğini görerek çok daha mutlu, çok daha huzurlu ve kurumuna son derece bağlı çalışanlar yaratılıyor. Hayalleri gerçekleşen çalışanlar sadık çalışanlar haline gelmekle birlikte kendiişlerindeki verimliliğin artmasının yanında her biri şirkete yeni müşteriler kazandıran satış elemanları haline de dönüşüyor.

Üzerinde çok daha fazla şey söylenebilecek, çok farklı açılardan değerlendirilebilecek, hayatın her bir yönündeki varlığıyla dipsiz bir kuyu halini alabilen “hayal yöneticiliği”ni söz konusu kitaptan seçtiğim birkaç cümleyle bitirerek hem içinizdeki merakı biraz daha artırayım hem de biraz daha fikir vermiş olayım. Umarım 130 sayfa içerisine sığdırılmış bu kitabı okuma fırsatını değerlendirirsiniz:

  • Bir insanın amacı kendisinin en iyi versiyonu olmaktır.(s.13)
  • Ne zaman ki insanlar onlara değer verdiğinizi ve yatırım yaptığınızı anlarlarsa, kibar tepkiler alırsınız ve işte o zaman herkes satış yapar.(s.83)
  • Hayaller: Görünmezler fakat güçlüdürler. Onları göremezsiniz fakat her şeyi yürüten onlardır.(s.94)
  • “Yerine getirilecek bir hayal olmadan kazanılan para amaçsız ve ahlaksızdır.” Peter Thornhill (s.113)

“Hayalin bittiği yerde gerçekler başlar” mı? “Hayalin bittiği yerde hayat biter” mi diye sorulduğunda cevabınızın hayallerin bittiği yerde hayat biter olması dileklerimle…

16 Temmuz 2008 Çarşamba

İ.İ.B.F ve BOLLUK PARADOKSU

Ülkemizdeki mezun ve öğrenci sayısı en yüksek fakültelerimizin başında benimde mezunları arasında bulunduğum İ.İ.B.F(İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi) yer alıyor. Kuşkusuz ülkemizdeki yüksek işsizlik oranı içerisindeki payın büyük bir kısmını da doğal olarak İ.İ.B.F.’liler oluşturuyor. Ülkenin genel ekonomik yapısının neden olmasının yanında İ.İ.B.F’lilerin işsizliğinin veya iş tatminsizliğinin önemli bir sorunu da bolluk paradoksu.
Bu yazıyı yazmama ön ayak olan Barry Schwartz’ın mükemmel tespit ve analizlerinden oluşan kitabı “Bolluk Paradoksu”. Özellikle son yıllarda sahip olduğumuz sınırsız seçeneklerin bizi mutlu mu ettiği yoksa mutsuzluğa mı sürüklediğini inceliyor Schwartz. Bende bu kitaptaki düşüncelerden yola çıkarak, bolluk paradoksunun İ.İ.B.F gömleklileri üzerindeki yansımasını aktarmak istedim. 

İ.İ.B.F.’LİLERİN ZORLU TERCİHİ
İ.İ.B.F fakültelerinde işletme, iktisat, maliye, çalışma ekonomisi, uluslar arası ilişkiler bölümleri yer alır. Bu bölümde eğitim gören öğrenciler eğitimlerini tamamlamanın ardından aynı işlere talip olabileceği gibi kendi bölümlerine yönelik farklı işler içinde yarışabilirler. Bir İ.İ.B.F mezunun bölümünü de göz önüne alınarak birçok iş alanı sayabiliriz ancak genel anlamda bunlardan sadece bazılarını sıralayalım: insan kaynakları uzmanı, ekonomist, müfettiş, denetçi, uzman, yönetici, hesap uzmanlığı, vergi denetçiliği, mali müşavirlik, muhasebeci, idari yargı hâkimliği, ihracat uzmanı, pazarlamacı, reklamcı, satın almacı, finansçı, denetçi, kaymakam, kendi girişimi ile kendi işini yaratması vs. vs… Bu listeyi belki de yüzün üzerine çıkarmak mümkün.
Peki, bu durum bir İ.İ.B.F.’li için üstünlük mü, zayıflık mı? Genel kanı olarak bol alternatifin üstünlük sağlayacağı kabul edilebilir ama birçoğumuz günlük hayatımızda bunun tam tersi etkisini görürüz. Seçim yapmamız gereken birçok durumda kendimizi sıkıntılı hissettiğimiz ve yaptığımız seçimler ardından da yeterince mutlu olmadığımız olur. Aklımız, seçim yaptığımızda geride bıraktıklarımızda kalır veya seçim yaparken seçenekler o kadar çoktur ki o an doğru kararı verememiş olma ihtimalimiz yüksektir. Aslında kesin doğru bir karar da yoktur. Yapacağımız her hangi bir seçim her zaman nispeten kötü bir seçim olma özelliği taşır. Yani fırsat maliyeti dediğimiz maliyetin büyüklüğü bizim seçim mutluluğumuzu kısıtlar. Fırsat maliyetimiz arttıkça da daha fazla mutsuz olma eğilimi gösteririz. Fırsat maliyetinin yükselmesi de alternatifin çokluğuyla doğru orantılıdır.
Sorumu yinelediğimde, iş alanı olarak bol alternatifli seçeneklere sahip İ.İ.B.F’lillerin artık bu durumunun üstünlük mü zayıflık mı olduğuna daha net bir karar verebiliriz. Elbette genel kanı olarak bol alternatifin özgürlüğü artırdığı düşüncesini kabullenmek, bunun büyük üstünlükler sunduğu düşüncesine tutunmak mümkün. Ancak Schwartz’ın Bolluk Paradoksunda aktardığı birçok çalışma kısıtlı seçenekler arasından seçim yapmak zorunda kalan, seçim şansı yüksek olmayan ve şartların kendilerini belli şeylere zorunluluğu olarak yönelttiği kişilerin bu yönelimlere kendilerini çok daha iyi adapte ettiğini, daha çok kabullenildiğini ve en önemlisi nihayetinde daha mutlu olduklarını gösteriyor. Bunun en yalın örneklerinden biri 1950’li yıllarda Amerikalı insanların bugüne oranla çok daha az seçme şansı varken, bu güne gelindiğinde çok daha fazla seçme şansı olduğu bol alternatifli bir Dünya’da yaşamalarına rağmen 1950’li yıllardaki insanların mutluluk oranları, bugünkü insanlardan daha fazla ve 2000’li yıllarda 1950’ye göre 14 milyon Amerikalı daha mutsuzmuş.
İ.İ.B.F. mezunlarının bu seçenekleri içerisinde karar vermeleri de aynı etkileri gösteriyor. Yapılan seçimin ardından akılların vazgeçilen seçeneklerde kalması, tatminsizliğe itiyor. Hatta daha başından iş seçiminde bu zorlu süreci çok daha yoğun yaşıyorlar. Herhangi bir alana odaklanabilmek pek mümkün olmuyor.
Alternatifler arasından seçim konusunu biraz daha açalım. İ.İ.B.F’li nasıl bir seçenek taramasından karar sürecine ulaşıyor? Kamu mu, özel sektör mü? Kamu ise hangi pozisyon, hangi kurum, A kadro mu B kadro mu? Bu seçeneklerin içerisinde bile ayriyeten onlarca farklı seçenek mevcut. Özel sektörse, yine hangi kurum, hangi pozisyon, hangi özel sektör? Yine bu seçimlerin her biri ayrı ayrı seçenekleri zorunlu kılıyor. Ayrıca bu seçimleri yaparken üniversite mezunu olmalarına rağmen girilmesi gereken ayrı ayrı sınavlar, mülakatlar söz konusu. Her birinin işe alım politikaları farklı. Hangisine nasıl çalışmalı, bunun dahi doğru seçiminin yapılması gerek.
Diyelim ki bu zorlu süreçte kararımızı verdik veya şartlar bizi bankacılığa götürdü. Peki, burada seçenek süreci sona eriyor mu? Elbette hayır. Tekrar özel mi kamu mu sorusu. Hangi banka? Hangi pozisyon? Hangi il, hangi şube? Gişe mi, operasyon mu, satış mı; yönetici yardımcılığı mı, müfettişlik mi? Her bir tercih zor kararı ve izlenmesi gereken farklı bir yolu gerektiriyor.
Ayrıca bu olağan şartlara olağanüstü koşullar da ekleniyor. Seçim bir alışverişteki kadar basit değil. Tek başınıza karar verebilme olanağınız yok. Birçok rakiple de yaptığınız seçimler için yarışıyorsunuz ve maalesef bu rakipler yalnızca İ.İ.B.F.’lilerden de oluşmuyor. Örneğin birçok bankada çalışan kimya mezunu, seramik mühendisi, öğretmen gibi farklı yetkinliklere sahip çalışanlarda var. Aynı şekilde birçok şirkette ihracat işleriyle uğraşan yabancı dil mezunları. Bu örnekleri çoklaştırmak hemen hemen her sektör için mümkün. Bol alternatif içerisinden seçim yapmanın zorluğunun yanı sıra İ.İ.B.F.’liler için bir de böylesine uygulamalar söz konusu. Tabi işin içine “referans” konusunu hiç sokmuyorum. Tırnak içindeki referansın konusu başlı başlına ayrı bir çalışma ister.
Bu bol seçeneğin, seçenek özgürlüğünün sonuçları neler getiriyor? Schwartz’ın bilgilerinden yararlanırsak; bol alternatif içerisinden seçim yapmak, kısıtlılara oranla pişmanlık oranını çok daha yüksek seviyelere taşıyor. Kararı başkalarının vermesi duyulan tatmini artırıyor ve İ.İ.B.F.’li için bu pek mümkün değil. Bir öğretmen bir avukat veya bir doktor örneğin, bol alternatif içerisinden seçim yapmak zorunda değil. Ayrıca onlar için zorunluluklar var ve onlar adına karar vericiler. Çalışma yerini kendisi belirleyemiyor örneğin. Devlet şurada çalışacaksın diyor ve yola koyuluyorlar. Bu nedenle Schwartz’ın ve çeşitli çalışmaların gösterdiği üzere bu kişilerde tatmin çok daha yüksek oluyor. Fırsat maliyetleri düşük, karar vericileri var ve bu yüzden seçimlerine daha iyi adapte olabiliyorlar ve dolayısıyla daha tatmin ve mutlu olabiliyorlar.
İ.İ.B.F.’liyi diğer meslektekiler gibi daha az seçeneğe maruz bırakmanın bazı yolları olabilir. Örneğin lisans eğitimi sonrası yüksek lisans eğitimine devam etmek, uzmanlığı ve beraberinde daha az seçeneği mümkün kılabilir. Aynı şekilde eğitimi sırasında, mezun olmasının ardından kendisini nelerin beklediğini bilmek ve bu seçenekleri incelemeye eğitimi sırasında başlamak, seçim kararı vermeye sıra geldiğinde daha az seçeneği önüne sürebilir. (Bu konuda eğitim kurumlarımıza ve bu kurumlardaki öğretim üyelerimize de büyük görev düştüğünü düşünüyorum.) Bu seçenek kısıtlayıcı imkânlara birde zamanında bu süreçten geçen, doğru veya yanlış karar alan deneyimleri dinlemek de işi biraz daha kolaylaştırabilir. Ancak dediğim gibi biraz! Seçenek özgürlüğü İ.İ.B.F’li için her zaman var olacaktır. Karar verip bir yerde çalışmaya devam etse bile…
Aslında yazılabilecek çok daha fazla şey var. Burada kısaca özetlediklerimi, Barry Schwartz’ın Bolluk Paradoksunu okuduktan sonra kendinizde çok daha geniş bir bakış açısına yayabileceksiniz. Gündelik hayatımızdaki bolluk paradoksu ile ilgili de çok önemli bilgilere, tespitlere varabilecek ve önemli bir farkındalık kazanabileceksiniz..
Ülkemizin ekonomik yapısı, işsizlik düzeyi, İ.İ.B.F.’li mezun sayısı, adil olmayan işe alım politikaları, “referans” sorunu gibi olumsuzluklara birde bu bolluk paradoksunu eklediğimizde iç karartıcı bir tablo ortaya koyduğumuz kesin. Ancak unutulmaması gereken her hangi bir kurumda veya idarede en tepe noktaya çıkabilme potansiyeline en çok sahip olanlar da İ.İ.B.F.lilerdir: gelir açısından da, pozisyon/statü açısından da.
Birikimin, bilginin, şansın ve doğru seçimlerin ve sonunda tatmin ve mutluluğun başta biz İ.İ.B.F.’liler olmak üzere doğru seçimler yapmak zorunda olan tüm iş dünyası adayları ve çalışanlarıyla olması dileklerimle…

8 Temmuz 2008 Salı

HİKAYENİN GÜCÜ

Tarihin ilk zamanlarından bu yana insanlığın iletişiminde hikaye önemli bir yere sahip olmuştur. Yaşanmışlıklar, deneyimler hikayeleri yaratmış, sonrakilere yol gösterici olmuştur. Efsanevi hikayelerle insanlar kendilerine tanrılar yaratmış, topluluklar, ülkeler kurmuşlardır. Birçok kişinin, topluluğun hayatını öğrendikleri hikayeler yönlendirmiştir. Hikayelerden dersler çıkarılmış, zaman zaman öğrenmek için zaman zaman gülmek için hikayeler aracı olmuştur.
Günümüze gelindiğinde hikaye gücünü artırarak varlığını sürdürmektedir. Normal iletişim gücünün ötesine geçmiştir. Hayatta başarılı olmanın gereklerinden biri iyi hikayeler anlatmaktan geçmektedir. Aynı zamanda da iyi hikayeleri dinlemekten. Bir işe sahip olabilmek için iyi bir hikayeye sahip olmalısınız, başarılı bir marka olmanız için iyi bir hikayeye sahip olmalısınız...

Annette Simons'da Hikayenin Gücü adlı kitabında hikayenin bu güçlerine değiniyor. Daha henüz kitabın kapağında sıralıyor:
- Hikayesi olmayan markaya müşteri yok...
- Hikayesi olmayan lidere iktidar yok...
- Hikayesi olmayan CEO'ya ikinci çeyrek yok...
- Hikayesi olmayan insana kariyer yok...

Kitapta, hikayenin önemi, nasıl kullanılacağı, nasıl anlatılacağı, nasıl dinleneceği bir çok yerinde örnekle sıralanıyor. Herkesin iyi bir hikayesi olması gerekir diyor Simons ve ardından ekliyor: Herkesin mutlaka iyi bir hikayesi vardır. Yapılması gereken bunun farkında olmak ve anlatmayı bilmek.

Geçenlerde bir arkadaşımın uluslararası bir şirketteki mülalatında şirket yöneticisinin beklentisini aynen aktarıyorum:
"Bana bir hikayeni anlat ve beni etkile..."

Evet artık şirketlerin aradıkları çalışanlar güçlü hikayeleri olanlar. En azından hikaye ile onları etkileyebilenler. Günümüzde etkileme ve iknanın gerektiği her alandaki en güçlü silah hikaye...

Amerika'da "master the art of storytelling" adı altında yüksek lisans programlarına giren, bir çok eğitimin ana konusu olan hikaye anlatımı konusunda en azından bu muhteşem kitabı okuyarak önemli bir bilince sahip olabilirsiniz. Belki bir gün bizim üniversitelerimizde de hikaye anlatımı yüksek lisans programları olur, en azından dersleri olur. Ancak o gün gelene kadar şu an sahip olabileceğiniz en iyi(hatta tek) Türkçe kaynak MediaCat yayınlarından çıkan Annette Simons imzalı "Hikayenin Gücü".

10 Haziran 2008 Salı

ZAMANYA: Her şey Zaman, her yer Zaman, her zaman Zaman (mı?)

Uzun zamandır roman okumuyordum. Son bir yılımın nerdeyse tamamı pazarlama ve iletişim kitaplarıyla geçti. Şüphesiz pazarlama ile ilgili herşeyi okumayı çok seviyorum ancak bir roman okumanın özlemini de çekmeye başlamıştım ki çok güzel bir tesadüfle Zamanya ile tanıştım.

Yiğit Kulabaş'ın kaleme aldığı Zamanya; kurgusu ve özgünlüğü ile bugüne kadar okuduğum kitaplar arasında farklı bir yer aldı. Bugüne kadar önemini her zaman idrak edebildiğim "zaman" konusunda aslında ne kadar bilmediğim, daha doğrusu farketmediğim birçok yönü olduğunu keşfettim. Gerçekten yaşamımızdaki herşeyin için de zaman. Bu yüzden zamanya da soruyor: Zaman insan için midir? Yoksa insan zaman için mi? Her şey zaman, her yer zaman, her zaman zaman mıdır?
Bunların cevabını muhteşem bir macerayla alabilirsiniz: cevabı da siz yaratırsınız.
Kitabı okumaya başladığınızda farklı bir serüvenin içerisine gireceksiniz, ister Selim ister Kerim olacaksınız ya da Arya veya Lara. Belki de hepsi olacaksınız. Ancak tercihiniz ne olursa olsun eminim çok büyük keyif alacaksınız. Zamanı daha fazla sorgulamaya başlıyacaksınız. Hatta pazarlama ve iş dünyası ile ilgili yansımalar ve tavsiyeler yine Zamanya'nın içinde bulacaksınız.
4 kıtada 12 şehir gezmek isteyenler Zamanya'yı mutlaka okuyun. Yapılan kusursuz tasfirlerle bu gezinin her anını gözünüzde canlandıracaksınız. Zamanda yolculuğun veya zamanla yolculuğun tadını çıkartın!
Son olarak; kitap okurken cümlelerin, kelimelerin altını çizerek okurum her zaman. İşte size zamanyadan altı çizililerimden bazıları.
"Amacım mutlu olmaktı!"
"zamanı ve hayatı seven"
"Zaman insan içindir."
"İnsan zaman içindir."
"Bir dakika yüzünden bütün kuralların değiştiği bir dünyada olmak çok zor."
"Pazarlamada heşeyin ürünü tanımlamakla ve ona bir isim vermekle başladığını söyledi."
"Her şey Zaman, her yer Zaman, her zaman Zaman"
"Bir şirkettin başarısı yarattığı standartlarda gizli..."
"Gece... Zamanın isyankar çocuğu..."
"Kalbin ilk attığı gün başlıyor zaman, durduğu gün bitiyor. Saatlere, takvimlere düşen sadece bunun katipliğini yapmak..."
"Uydu demek yörünge demek... Küçük olan büyüğün yörüngesinde yaşamak zorunda..."
"Uydu değilim ben!"
"Mekan olmadan saatin yok bir anlamı."
"Zamanı zaman yapan akıp gitmesi, bitmesi bence..."

Şu an okuduğunuzda belki tek başına anlamsız gelecek bu cümleleri Zamanya'yı keşfettikten sonra tekrar okuyun!



14 Mayıs 2008 Çarşamba

"My Foot Print" ve "Kiva"

En hızlı gelişme gösteren, son zamanların üstünde en çok tartışılan, günümüzün en önemli sorunlarından birine çözüm arayan "Yeşil Pazarlama" konusunda John Grant'ın Yeşil Pazarlama Manifestosu(MediaCat,2008)"nu okurken bireysel olarak sürdürülebilir bir Dünya için yapabileceklerimiz konusunda iki yeni siteyle tanıştım. Bunlardan ilki http://www.myfootprint.org/

My foot print'te kişisel olarak küresel ısınma ve paralelinde sürüdürülebilir bir yaşam, tüketim için hangi konumda olduğunuzu görüyorsunuz ve neler yapabilecekleriniz konusunda fikir sahibi oluyorsunuz. Yaşadığımız ülke ortalaması ile de karşılaştırma olanağı sunarak, ortalama üstündeysek utanmamızı, ortalama altında isek sevinmemizi sağlıyor. Tabii sonuç ne olursa olsun yeşillenmeye devam etmek veya farkında değilsek bilnçlenip yeşillenmeye başlamak gerek. Bende burdaki testi uyguladım ve şu anki yaşam tarzımla, herkesin benim gibi yaşadığı düşünüldüğünde Dünya'nın 0.93'üne ihtiyacımız var. Bence mutlaka sizde girip kendinizi ölçün.

Kitap sayesinde tanıştığım bir diğer site: http://www.kiva.org/ Bu siteyi hem kitapta hem de sitenin kendisindeki tanımlama ile aktarmak en iyisi olacaktır: "Kiva.org, bireylerin gelişmekte olan ülkelerdeki düşük gelirli girişimcilere 25 dolarlık krediler vermesine(mikrofinans) olanak sağlar. Bu şekilde, sizin gibi bireyler, yoksullara düşük maliyetli işletme sermayesi sağlayarak onların yoksulluktan kurtulup geçimlerini sağlamasına destek olur."(Grant;s.30) Siteye girdiğinizde de burada düşük gelirlilerin hikayelerini görebiliyorsunuz ve sizde hemen bir destekde bulunabiliyorsunuz. Verdiğiniz destekle ilgili de size sürekli bilgi aktarılıyor. Çeşitli kuruluşlarlada ortak çalışmaları var.

Çok beğendiğim bu iki siteyi burdan tavsiye etmek istedim. Ayrıntılar için siteleri ziyaret edin ve bence bir de John Grant'ın Yeşil Pazarlama Manifestosu kitabını alın. Artık görmezden gelemeyeceğimiz sürdürülebilirlik ve yeşil pazarlamayla ilgili(ve paralelindeki, adil ticaret, yeni pazarlama vb..) bilincinizi de bu kitapla biraz daha geliştirebilirsiniz.

8 Mayıs 2008 Perşembe

İknanın Psikolojisi

Can Tuanlı'nın çok beğendiğim blogu farketing'de geçenlerde okuduğum ücretsiz gazeteler ile ilgili yazısında şu ifadesi beni bu yazıya götürdü: "Her “Günaydın”a “Günaydın” diyorum, elimde değil fakat yüzlerine bakmıyorum, sanki bana “Günaydın” demiş birisinin uzattığı bir şeyi almamakla ayıp ediyormuşum gibi."

Yaklaşık bir ay önce Robert Cialdinin İknanın Psikolojisi adlı kitabını okudum. Son zamanlarda okuduğum ve büyük keyif aldığım kitapların başında geliyor. Tuanlı'nın ayıp ettiğini düşünmesinin sebebini en iyi bu kitap açıklıyor. Hayatımızda bazen kendimizin bile anlam veremediği davranışlarda bulunmamızın temelinde ne yatıyor, bu kitabı okuduktan sonra anlamlaştırabiliyoruz.

Kitabı okurken yaşantınızdan sürekli birşeyler canlanıyor. Kendi yaşadığınız birçok olayla Cialdinin aktardıkları arasında sıkı ilişikiler kuruyorsunuz. Bazen ne denli kandırıldığınızın bile farkına varabiliyorsunuz. Kitapta anlatılan ikna tekniklerinin istendiğinde ne kadar faydalı amaçlar için, istendiğinde de ne kadar kötü amaçlar için kullanılabileceğini öğreniyorsunuz.

"İknanın Psikolojisi" bence herkese hitap eden muhteşem bir kitap, ama pazarlama, satış ve reklam uğraşcıları için bir adım daha önde, mutlaka tüm bu uğraşcıların okuması gerekiyor.

Keyifli bir kitap arayanlar için MediaCat yayınlarından çıkan İknanın Psikolojisi'de burdan benim bir tavsiyem olsun.