Üniversiteden mezun olup çok isteyerek ve ciddi mücadele
ederek elde ettiğim ilk işimden daha 6. ayımı doldurmadan istifa ederken
müdürümün karşısına geçmiş ve “Herkes ve her şeyden çok daha fazla vakit
ayırdığım bu ortamda mutlu ve huzurlu değilim. Yaptığım işten de keyif
almıyorum. Henüz yolun başındayken doğruyu biraz daha aramak istiyorum”
demiştim. Aslında iş hayatı için yapılan, “hayatımızdaki herkesten ve her
şeyden daha çok vakit ayırdığımız yer” betimlemesi hemen her gün herhangi
birinden duyabileceğiniz bir klişe. Diğer tüm klişeler gibi sevimsiz gelse de
en azından kısa vadede birçoğumuzun hayatındaki değiştiremeyeceği önemli bir
gerçek…
Böylesine vakit alan bir uğraşta yanlış tercih yapmak ise sanırım bir insanın hayatında başına gelebilecek en kötü felaketlerden. Yanlış meslekle geçen onlarca yıl… İşin acı tarafı her geçen gün bu yanlış tercih ile mutsuz bir ömür süren yeni yeni insanlarla tanışmak. Birçok farklı nedenlerle bu yanlışa düşen insanların oluşturduğu toplum olarak gelişememekte olan ülkeler arasında yer almamızın da en temel sorunlarından birinin bu olduğunu düşünüyorum.
Seramik mühendisliğinden mezun bankacı, makine mühendisliğinden mezun (sürücü kursunda) motor öğretmeni olan tanıdıklarımdan, hayvanat bahçesinden Tübitak’a atananlara kadar aldığı eğitim göz önünde bulundurulduğunda abesle iştigal edenler en göze batanları. Bu sınıfta yer alanlar için iş yapmanın para kazanmaktan başka ne getirisi ve beklentisi olabilir?
Eğitimin artık bir alanda uzmanlaşma noktasına taşındığı üniversiteden mezun olduğu bölüm ile tutarlı bir işte çalışan için de doğru meslek seçiminden bahsetmek, sadece bu tutarlılık üzerinden mümkün değil. 30. meslek yılının içerisinde olup, halen yanlış işte çalışan, bu yanlışının farkında dahi olmayan birçok kişi tanıdığınıza eminim. Yıllarca sadece yorularak para kazanmış kişiler… Hayatın devamlılığı için para kazanılması, para kazanılması için çalışılması gerektiği öğretilen kişiler… Yetenekleri, hayalleri umursanmayan ve haliyle kazanmayı yanlış tanımlayan kişiler…
Yanlışın farkına varsa da artık çok geç olanlar var bir de… Kime ait olduğunu ve tam ifadesini hatırlayamamakla (aramalarıma rağmen de bulamamakla) birlikte “yıllar sonra kötü yazdığımı fark ettim ama artık çok geçti, ünlü olmuştum” diyen yazarın işaret ettiği kişiler…
İş bulma sitesi olarak hizmet veren ve yaptığı çarpıcı
reklam kampanyası ile mesajını veren Jobs In Town çok haklı; hayat yanlış işte
çalışmak için çok kısa! Ancak bu
yanlışın ilk adımı iş arayışı esnasında değil. İş tercihinden çok önce…
Daha küçük yaşlarda ilgimizin, yeteneğimizin, aslında belki hepsinin toplamı olan neyi sevdiğimizin farkına varılmayarak, böyle bir arayışta olunmayarak başlıyor yanlış. Daha beslenme çantasını alarak okulun kapısından o ilk girişimiz ile birlikte beyaz önlüklü doktor, cübbeli avukat, takım elbiseler içerisindeki yönetici hayalleri kuran ebeveynlerin LYS, namı diğer ÖSS maratonu başlıyor. Bu maratonun asıl yarışanlarını görünce, insan gerçekten hayret ediyor…
Doktor ol, avukat ol, mühendis ol... Boğaziçi'ni
kazan, ODTÜ'yü ilk tercih yap... Yetenek sorgulaması yapmadan, ilgi alanını
tespit etmeden ve hatta saygı duymadan sadece rasyonel düşünerek (belki de kendi
hazsal ihtiyaçlarını düşünerek) yapılan bu şartlama ve zorlamalar; eğitim
kültürümüzün ve devamında eğitim sistemimizin sorgulanması gerektiği nokta.
Aslında değil üniversitede okunacak bölüme şartlandırma (iyi bir bölümde, iyi
bir üniversitede okumaya zorlama); üniversite okuyup okumama tercihini bile
bırakmamalı mı çocuğa?
Etrafımız yeteneklerinin farkında olmayan insanlarla, yeteneklerini verimsiz kullanan insanlarla dolu. Yaptıkları işi sevmeyen, yuvarlanarak giden insanlar… İşini seven değil, tahammül eden insanlar... Ben zeki doğmuştum, beni eğitim mahvetti diyen Mark Twain gibi düşünen ve (yanlış) eğitimi yeteneğin düşmanı olarak gören, eğitimin insanları doğal yeteneklerinden uzaklaştırabileceğini düşünen Sir Ken Robinson haksız mı? İsterseniz ona kulak verdikten sonra cevaplayın soruyu:
(Robinson yanı sıra engel tanımayan Duygu’nun hikayesini de dinlemenizi ve TÜSİAD’ın ne okusam ne olsam projesini incelemenizi tavsiye ederim.)
Bizler arkeolojiye ilgi duysak da Tıp Fakültesini tutturan bir puan ile arkeolog olarak başarılı olamayacağımıza inandırılan bir kuşak olarak büyüdük. Başarıyı yanlış tanımlayan, niteliğin değil, niceliğin peşinde koşturulan kuşak olduk. Yönlendirilişlerimiz ve haliyle hedeflerimiz hep nicelin peşinde; kazanacağımız paradan, sosyal mecralardaki takipçi sayısına ve hatta yapmamız gereken en az üç olan çocuk sayısına kadar! Biz nicel olduk ama geleceğimizin nitelikli olması için eğitim şart düşüncemizi en azından ikinci sıraya bırakabilerek yetenek farkındalığı şart diyebilmeliyiz. Öyle anlaşılmamıştır ama yine de vurgulamakta da fayda var. Asla eğitimin gereksizliğinden bahsetmiyorum, eğitimin yanlış bir sistem üzerine kurulu olduğu söylemek istediğim.
Erken teşhis elbette en harikası ancak yeteneğini ne zaman keşfederse keşfetsin, yeteneğinden her yaşta keyif alabilir insan. Ancak pek fazla deneme şansımız olmadığından belki de hiçbirimiz "en" doğru işi yaptığımızdan da asla tam olarak emin olamayacağız. Cesaret kısmı yanı sıra bazı zorunluluklarımız da değişimi bize kolay kılmayacak, belki de imkansızlaştıracak… Bu durumda, vazgeç(e)meyeceğimiz işlerimizdeki mutluluğa ise en çok işimizi iyi yaparak yaklaşabiliriz. İster sevdiğin, ister tahammül etmek zorunda olduğun bir iş yap; iyi yapılan, değer verilen her emek hem sana hem çevrene mutluluk verecektir. Sanırım Martin Luther King’in anlatmak istediği de tam olarak buydu..: “Eğer sizden sokakları süpürmeniz istenirse Micheangelo'nun resim yaptığı, Beethoven'ın beste yaptığı veya Shakespeare'in şiir yazdığı gibi süpürün. O kadar güzel süpürün ki gökteki ve yerdeki herkes durup burada dünyanın en iyi çöpçüsü yaşıyormuş desin…”
2 yorum:
Teşekkürler içimize işleyen bu yazı için.
Bir hikaye var bildiğim bununla ilgili. Bir iş adamı bir balıkçı kasabasında gezerken teknesinde keyif yapan bir balıkçıya rastlar. Hemen ona öğütler vermeye koyulur: tekneyi yenilemeli daha hızlı bir tekne almalı. Daha çok balık tutup bunları satmak için eleman almalı, satışlar yeterli seviyeye ulaştığında bir tekne filosu oluşturmalı ve elbette bir holding kurup borsaya açılmalı vb.uzun bir hedefler listesi yapar ayaküstü. Sonra da devam eder: zengin olduktan sonra da deniz kıyısında bir yer alır torunlarını sever arada denize açılırsın...
Biraz kendimden de kattığım bu hikaye aslında yapmaya çalıştıklarımızla kullandığımız yollar arasındaki tutarsızlığı çok güzel ifade ediyor.
Ailelerimizin, toplumun bize bir şekilde dayattığı ezbere hayatları yaşıyoruz birçoğumuz ve yetişkin bireyler haĺine geldiğimizde bazı seçimlerimizden pişmanlık duyuyoruz.
Bu yazı da aslında hiçbir zamanın mutlu olmak geç olmadığını hatırlattı bana. Sadece iş değil hayatın her anında. Bu sebeple bir kez daha tebrik ederim. Çok da gecikmeden hayalimizdeki hayatlara kavuşmak dileğiyle
Ben teşekkür ederim bu harika katkı için. Yazıları büyüten yorumlardır. Sayende daha güçlü bir yazı oldu.
Yazdıklarından başlığın daha da anlamlısına ulaşılıyor aslında; Hayat mutluyken çok kısa, mutsuzken çok uzun...
Tekrar teşekkürler :)
Yorum Gönder